31 Ocak 2007

monizim ve vahdet-i vücut

ne fazla ne eksik herşey yerli yerinde herşey bir bütünün bir düzenin parçası düşüncesi güzel. eğer birciliği vahdet-i vücut anlayışı gibi ele alırsak. ben buna biraz teolojik olarak bakmak istiyorum. yaratan ve yaratılan birdir der isek burada kafama iki soru daha geliyor. yaratan ve yaratılan bir derken yaratanın kudretinin dışında hiçbir şey yoktur yaratan mükemmel sıfatlarıyla tüm varlığı kusatmıştır ondan dolayı tekçilik olarak bakarsak çok rahatsızlık uyandırmaz. ama yoktan var etme kudretini, yaratanda yok sayarsak bu benim için anlamsız olur. çünkü materyalist bakış açının en büyük desteklerinden birisi; maddenin varlığının yine maddesel nedenler ve kuramlar içerisinde rastlantısal olarak meydana gelmesidir. rastlantılar kaotik durumları kaçınılmaz kılar. yaratıcıyı düzen dışı bırakan bir anlayış mükemmel olamaz. eğer bu şekilde bakar isek monizm yeterli kalamayabilir.
maddenin temel unsurları hava, su, ateş, toprak diyebiliriz ama evrende açığa çıkan bileşik töz, güçler ve yasalar dışında Tanrı olmadığını ileri sürersek bu sefer de Tanrı'yı varlıkla sınırlamış oluruz. her madde, her cisim, her unsur mükemmel bir bütünün parçası olabilmesi için bunları sürükleyen ilk mükemmel bir nedenin olması şarttır. ilk neden Tanrı'dır, onun dışındakiler onun kudreti dahilinden sonradan yoktan yaratılmışlardır ama yaratılış Tanrı'nın mükemmelliği çerçevesinde kurallar, kuramlara, denge ve sisteme, sebepler ve nedenlere dayanır. sebeplere dayandırmak mükemmelliğin nişanesidir.
kainatı Allah yaratmış ve yaratılan devamlılığını yaratanın kudretiyle sağlar. yoksa yaratılan yaratanın özünde, bütün yaratılmışlar onun özünde zaten vardı gibi, yaratılma özün dışa vurması gibi yada açığa çıkması gibi düşünceler vahdetten ziyade panteist düşüncedir. bu düşüncenin temelini herakleitos ve parmenides, daha sonraki zamanlarda ise eflatun ve plotinus’a dayanmaktadır. bunların temel mantığı ise tezahür yani açığa çıkmadır. yani yaratılmışların yada kainatın tek bir varlığın farklı cereyanları, tezahürleri, irade dışı artışları gibi düşünceler yüce kudreti kısıtlayıcı bir bakış açısıdır.
çoğulculuk bakışı farklı mahiyette ve nitelikte olan cisimlerin yaratanın üstün ve mükemmel vasıflarını yansıtan yada o sıfatların tecelli ettiği göstergelerden biri olarak düşünürsek sağlıklı bir bakış açısı olabilir. yani sayısız cisim, nesne yada varlık ve aralarında oluşmuş uyumluluk, birlik, dayanışma, ahenk, yardımlaşma vs. düzenlilik yine yaratanın birliğine işaret etmektedir der isek bu doğru bir bakış açısı olur. Yani bir benzetme yapacak olursak yüzlerce tek başına olan notanın bir araya gelip anlamlı bir nağmeyi işaret etmesi gibi. farklı kelimelerin aynı düşünceyi anlatması gibi bir olgu. Bundan dolayı her olayda, çoğulculukta; biri görmek, biri hedef almak, farklılıkları ve nesneleri birin müşahadesi olarak algılamak doğru bir yaklaşım olacaktır.

29 Ocak 2007

tek dünya devleti

dünyadaki tüm insanlağın tek bir kardeşlik çatısı altında toplanması belki de olgun düşünceli her insanın isteği. tarih boyunca insanlar ve idari şekiller sürekli değişime uğramış sürekli birbirlerine düşman birbirlerini hasmı belleyen kavramlar olagelmiş. orta çağda avrupa'da soyluluk düşüncesi ortaya çıkıp kralların topraklarını feodal beylere satması sosyal hayatta soyluları, burjuvaları ön plana çıkarıp köylüyü ezen, insanı köleleştiren bir tutum doğurmuştur. sosyal hayatta da din adamlarının feodal devletlerde ön planda olması haçlı seferlerini tetiklemiş din savaşları kaçınılmaz bir hal almıştır. kavimler göçüyle türkler nasıl ki anadolu'ya gelmiş, bizans'ın teşvikiyle tehlike olarak gösterilip kan dökülmüşse bugün de hala bunun uzantılarını görmek mümkündür. tabi insanlar arasındaki husumeti bir nedene bağlamak mümkün değildir. o dönemde avrupanın fakir, islam dünyasının zengin olması, doğu ticaret yollarının islam kontrolünde olması, batının doğuya göz dikmesi gibi etkenlerde vardır kuşkusuz. kuşkusuz bu hareketlilik, kan dökme ,yer değiştirme eylemleri medeniyetler arasındaki etkileşimi de tetiklemiştir. doğuyu yakından tanımalarına barut, pusula, kağıt gibi teknik buluşların öğrenilmesi avrupanın ilerlemesine temel olmuş, pozitif ilimlerle tanışmasına öncülük etmiştir. haçlı seferlerinin sürekli yapılması ve kudüs gibi yerlerin müslümanların elinde olması, başarısızlıkların ardı arkası kesilmemesi tarihe yeni yönler veren sonuçlar doğurmuştur. insanların kiliseye ve din adamlarına güveni azalmış, skolastik düşünce zayıflamış, papa eski gücünü ve nüfusunu kaybetmiştir. seferlerde derebeylerin ölümü avrupa'da krallıkların güçlenmesini tetiklemiştir. rönesans ve reform hareketleri ile bilimde sanatta gelişmeler sağlanmış okuyan düşünen insanların artması çok ilerde fransız ihtilalinin ateşleyicisi olacaktır. sonra milli hareketler milli devlet kavramları imparatorlukların çözülmesi bunları takip edecektir. günümüzde ise bloklar oluşmaya başladı avrupa birliği, bağımsız devletler topluluğu, amerika birleşik devletleri, arap birliği vs gibi. sanırım insanlığın en son varması gereken yer tek bir dünya milleti. iletişim çağının artması, enformasyonun teknolojilerinin gelişmesi, dünyanın bu sayede gitgide küçülmesi kültürler arası etkileşimi hızla arttırıyor. bütün diller karışmaya belki de tek dil olmaya yöneliyor istemsiz olarak. kültürler iç içe geçiyor bir kot, bir cola, bir hamburger insanların ortak malı halini alıyor. zevkler aynılaşmaya, farkılıklar kaybolmaya yüz tutuyor. işin bu kadar masum olmasını herkes ister. ama malesef bu yozlaşmalar güçlü devletlerin pazar arayışları, kendi milletlerini hakim ulus haline getirme emellerinin, uzun vadeli dünya planlarının uzantıları. bir amerika'nın ortadoğu petrol beklentisini kim göz ardı edebilir, yada bir israilin vadedilmiş topraklarını kim umursamayabilir, avrupanın göbeğinde yapılan katliamları, kosova, bosna vs.yi kim unutabilir. o halde dini duyguların, milli duyguların, ulus hareketlerinin birer güç birer dayanışma aracı, birer bağlayıcı unsur, birer savunma mekanizması olarak kullanılmasının doğru bir yol olduğunu düşünebiliriz. pamuk ipliği ile olsa bile türkiye'de yaşayan, ortak menfaatleri olan, ortak amaçları bulunan insanları bir arada tutmak zorundayız. zararın en azı, tehlikenin en küçüğü ne ise devlet refleksleri de o doğrultada gelişmek zorunda. biz ermeniyiz demenin altında sadece bir ırka empati yaparak ona şirin gözükmek yatsa bunun siyasal bir bağlantısı olmasa çok masumane görünebilir. elbette hrant dink bu ülkenin vatandaşı ve devletini seven bir insan ve yazardı. öldürülüşüne herkes tepkisini koymalı bu ülkenin bir ferdi olarak. ama ölümünü kullanıp bu devletin diğer fertlerini rencide edenlere de sağduyulu, bilinçli, duyarlı bir şekilde hareket etmemiz gerektiğini düşünüyorum. tek dünya devletinin kurulması şu an için çok erken. geçiş sancılarında da kimse kimseye yem olmamalı. en küçük söylemler olumsuz gidişata birer adım, yok oluşun yapıtaşı olabilir.

kral çıplak demek!

çok zordur kral çıplak demek.. bazen gözünüzün önünde en olmadık gariplikler yaşanır ki susup kalırsınız haksızlıklara. yada şirin gözükmek istersiniz bir avuç dolusu boş insanlara. çok zordur kral çıplak demek.. olağan dışı görülür tepkileriniz, örselenir en bilindik haklı sözleriniz, derhal kalıplara sokulmak üzere en ince ayarlar yapılır, hor görülür, ceza verilir.. çok zordur kral çıplak demek.. gösterişten uzak yaşamağı gerektirir, haksızlığa tahammülsüzlük erdemiyle yoğrulmalıdır mayanız, gökten asla zembille inmez gayretiniz, salt öfkeyle oturmaz, eylemsizlik bahaneniz olamaz asla..
prangalar vurulsa da diline haykırır kral çıplak diye. onuncu köyler olur hep sizi ağırlayan, onuncu köy sakinleriyle dertleşirsiniz, sizi kovan zihniyetleri.. çok zordur kral çıplak demek.. çıplak diyen cezalanır, kralı atlastan, ipekten hayali maskeler biçen alkışlanır, ödüllendirilir, el üstünde tutulur nispet yaparcasına. gözlerinizin içine bakıp sahte gülüşler sizi boğunca, mideler kalkıp başınıza sancılar girince anlarsınız ne zor iş olduğunu.. çok zordur kral çıplak demek..
her çıkışınız saçma, her düştüğünüz an kahkahalarla karşılanır, dik başlı görülür, en anlamlı sözleriniz en beyhude uğraşlara tebdil edilir. en inatçı çıkıntınız törpülenir, en azimli yürek tepenizden çığlar kopar bu anlamsız güruhun alkış sesleriyle. kral çıplak demek çok zordur..
doğruyu doğru olarak görüp bağlanmak kadar ıstıraplı, yanlışı yanlış olarak bilip susmak kadar zavallı olmak gibidir.. hayaller ülkesinin uzağında, gerçekler mahzeninde dolu şarap şişeleri gibi bekler ortaya çıkacağı günleri, en bilindik doğrular.. pat diye doğruları söyleyen patavatsız, doğru konuşmak ahmaklık, doğruyla iş yapmak sersemlik gibi görülür hakim olan güruhta.. bazen kral çıplak diyenler anlamsız idealist bulunur,
bazen kral çıplak diyenler duygusal bulunur,
bazen kral çıplak diyenler aykırı bulunur,
bazen kral çıplak diyenler sivri
bazen kral çıplak diyenler asi
bazen kral çıplak diyenler uç
bazen kral çıplak diyenler sonraları kahraman,
sonradan en ünlü ressam,
sonradan ulu bilge,
sonradan altın zeka gibi ürünü gibi görülür. en saçma gelen söylemleri felsefeyle örülür, fikir maskelerine bürünür kabul edilmemiş isyanları..
kral çıplak demek zordur dedim ya!
küçüksen cızlanırsın, biber sürülür diline,
biraz büyüyünce sen bilme her şeyi, büyüklerin yanında konuşulmaz denir,
erişkin olunca hoş ne değişir!
dedim ya kral çıplak demek çok zordur.
ölü toprakları silkeler,
uyandırır korkuyla örtülmüş gerçekleri,
rahatsız eder en köhnemiş zihinleri,
gözler üstüne dikilir,
ruhuna ölümlerden ölüm biçilir,
anlamlı sözlerin anlamsız, en anlamsız laflar veciz gibi dizilir, inci gibi geçirilir seni boğan iplere, urganlara..
dostsuz kalır, yalnızlık yoldaşın olur, vicdan ile hesaplaşır her günün akşamında..
dedim ya kral çıplak demek zordur...

28 Ocak 2007

tutku oyunları (sinema/ ajanda)


karısıyla güzel bir yaşantısı ve küçük kızı olan todd, kocasının sapkın eğilimleri yüzünden evinden soğuyan sarah, çocuk tacizcisi ronnie ve yaşadığı psikolojik tramvalar, ve bu sapığın peşini bir türlü bırakmayan eski bir polis memurunun kombine hikayesi. sarah'ın çocuğuyla gittiği parka todd'da gelmektedir. ordaki komşularıyla yaşanan iddia üzerine sarah, todd ile konuşur ve telefonunu alır. sonraları bu ilişki ileri boyutlara taşınır. çocuk tacizcisinin mahallede olmasından dolayı yaşanan tedirginlik ile bütün karakterlerin ruh halleri ve yaşantıları irdelenir. filmin ana mesajı; hiçbir kötü insan yoktur şartlar, insanları elinde olmadan farklı durumlara sürükleyebilir. zaten sonunda herkes yeniden eski yaşantısına dönecek, kötü mizaçlı insanların iyi olduklarının altı çizilecektir. senaryosu sürükleyici olmakla birlikte filmdeki gereksiz ilişki sahneleri filmi sıkıcı hale getiriyor. orta halli bir yapım olarak görülebilir. Kate Winslet (Sarah Pierce) Patrick Wilson (Brad Adamson)oyunculukları hatırına seyredilir bir film.

imdb adresi: http://www.imdb.com/title/tt0457939/
imdb puanı: 6,6

27 Ocak 2007

filler ve çimen


polis, siyaset ve mafya üçgenini sorgulayan Derviş Zaim'in başarılı yönetmenliğini görebileceğiniz dolu dolu bir senaryo. filmin flashback'lerinin eksikliği nedeniyle karakter isimlerini zorlukla takip ediyor ve filmden zaman zaman kopmalar yaşayabiliyoruz. ama film vermek istediği mesajı ülkemiz bazında çok iyi veriyor. sanem çelik sakat ağabeyi ile zor şartlar altında yaşamaktadır. tarabya oteli filmdeki ismi zx otelinde çalışıyor ve bir cinayete tanık oluyor. birkaç rastlantı sonucu kendini bir anda bu karmaşanın içerisinde bulur kendisini. amacı avrasya maratonunda derece yapıp kardeşinin tedavisini gerçekleştirmek. otelin sahibi,oteli satın almak isteyen mafyaya karşı çıkması üzerine otel sahibi mafya tarafından öldürülür. mafya ise iktidar partisinin bir bakanına sürekli para aktarımı yapmakta ve kirli ilişkileri vardır. siyasi bakış açısından dolayı polis de aynı siyasi fikirden olan bir partiye bilgileri direkt vermekte ve siyasi erkten bağımsız bilgi akışları gerçekleştirilmektedir. bu bilgileri ele geçiren siyasi odak ise hiç bir sınır tanımadan kendisine bilgiyi getiren polisi bile ortadan kaldırmaktan kaçınmamaktadır. ülkemizdeki kimin eli kimin cebinde belli olmayan ama tek gerçeğin ezilenler ve ezenler olduğunun altını çizen "filler ve çimen" adlı film izlemeğe değer.

imdb adresi: http://www.imdb.com/title/tt0252437/
imdb puanı: 7.5

gen


2006 gerilim ve korku dalında en başarılı türk yapımı film diyebileceğimiz gen karşımızda.
zihinsel ve ruhsal hastalıklar hastenesine yeni atanan bayan doktor geldiği ilk günden itibaren bir dizi cinayetlere şahit olur. hastaneye iki müfettiş yollanır olayı araştırmak üzere. hastane personelinin garip davranışları dikkat çekicidir. bir heyelan yüzünden telefonlar kesilmiş ve ulaşım kapalıdır. gerilim ve akıl dolu bir senaryo. çok iyi kurgulanmış ve görüntü yönetmenini ayrıca tebrik etmek gerekiyor. her kare özenle çekilmiş ve detaylardaki tüm cümleler yerini buluyor. oyunun kurgusu Doğa Rutkay'ın başarısız performansını örtüyor. filmin sonu çok farklı bir şekilde bitiyor ki tahminlerinizi çok fazla zorlamayın derim. neden bu kadar az ilgi aldığını anlamak mümkün değil zira seyrettiğim en iyi kurgulu türk yapımı filmlerden. bu filmin görüntü yönetmeni çok başarılı ve daha önce gora, şans kapıyı kırınca ve dansöz gibi filmlerin yapımlarında da görev almış.

imdb puanı: 4,6 (kesinlikle bu puan çok az bu güzel yapım için)
imdb adresi: http://www.imdb.com/title/tt0782042/

26 Ocak 2007

sen varsın ya yanımda

Sen varsın ya yanımda!
Ölüm yüreğimi sarsa da,
Umursamaz bir gülüm ateşinde.
Dilinden fışkıran kelamla sarsılsam,
Şarkılar, anlatır elemlerimi..
Biçare yeniden depreşir sevdalar.
Hüzünlü bakışların yürek yakar.
Ayrılık yüzünden isyankarım.
Ellerimin ayası ayrı kalır yerinden,
Aşk mayasıyla kaynar yüreğim yare.
Uykusuz kalmış gözlerimle ararım,
Kuytu almış hayallerimin dehlizinde.
Akıllara tatlı tebessümler takılır,
İşveli maşukların aşk dolar bakışları..
Sen varsın ya yanımda!
Veryansın olmaz ruhumda asla.
Aslı ile keremden miras,
İhtiraslı aşklara sarılır hırslarım.
Zarafetin afetim olur ferasetimde,
En güzel namelerle anlatır,
Lal olmuş kalbinin lafızları..
İksiriyle hafızamı mecnun eder,
Şahit olur eza dolu zifiri geceler.
Ayrılık cezasıyla ölür aşk fakiri,
Haykırsa da duyulmaz yakarışı
Sen varsın ya yanımda!
Sırılsıklam ıslansam fırtınanda,
Yağmurlarla sevişir hatıralar,
Maziyi yeniden hatırlarım..

24 Ocak 2007

üniversite eğitimi ve meslekler

her meslek grubu insanı insan gibi yaşamaya, insana dair duyguları anlamlandırmaya, insanın dünyada aradığı cenneti sunmaya vaad ettiğini ileri sürer. bu tür iddialı meslekler üniversite gibi farklı bakış açısı ve bilimsel yöntemlerle oluşan dallardır. bu birikimler iş sahası olması hasebiyle asla düşünülmez ama birikim sonucu iş sahasından tekliflerin gelmesi yada iyi işlerin bu yerlerde eğitimi tamamlayanlara yönlendirilmesi hakkın haklıya verilmesi gibi birseydir. ileri ve gelişmiş ülkeler, üniversitelerde oluşturulan ve geleceğin meslekleri olarak görülen meslek örgütlerine, dallarına, branşlarına azami derecede ehemmiyet verir. nedense ülkemizde birçok meslek dalının varlığı yok sayılıyor. acaba bunun nedeni üniversitelerde kadroları şişirme meraklısı olan bir grup profesör mü? yoksa boş vaadlerde bulunup kontenjan arttıran, üniversite icat eden politikacılar mı? bilmiyorum ama faturası oranın mensubu olan öğrencilere çıkıyor her seferinde. hala ortadoğunun çakılmış bir ülkesi olarak duruyorsak sanırım bunda en büyük etken gelişmiş ülkelerin yaptığı hamleleri yapacak kadroların gözardı edilmisidir. birçok avrupa, amerika, japonya vs nitelikli ülkelerde el üstünde tutulan, aranılan meslek dalları ülkemizde handikap içerisinde. insanı öyle bir hale sokuyorlar ki bağırmamak, kızmamak, haykırmamak elde değil. bize yapılan yatırımları düşününce ülkem adına üzülüyorum. milyarları döktük, meğer sokağa dökmüşüz. ülkemiz yetişmiş elemanına borcunu ödeyemiyor. yazıklar olsun ki işler ehlinde verilmiyor, yazıklar olsun ki liyakat en geri planda geliyor, yazıklar olsun ki ülkenin direksiyonu başında ehliyetsiz şoförler var, yazıklar olsun ki hak edenin hakkı elinde değil.
eski devletlerde adalet döngüsü diye bir şey vardı. halk adalet ister, adalet hukuk ister, hukuk devlet ister, devlet vergi ister, vergi yine halk ister. buna adalet döngüsü denir. sen adaleti sağlayamadığın an, haklının hakkını veremediğin an işte bu çarka öyle bir çomak girer ki millet neyin ne olduğunu anlamadan tepetaklak olur.
her meslek hak ettiği itibarı almalıdır. ülkeyi yönetenler ülkenin ihtiyacı kadar kontenjanı açmalı ve iş istihdamları, her meslek örgütü ile tam olarak örtüşmelidir.
sınav manyağı gençlik yetiştirmek yerine, orta öğretimden itibaren ara eleman yetiştirilmesine ağırlık verilmeli, herkese bir üniversite kampanyasına son verilmelidir. avrupa ülkelerinde üniversiteye işi olmayan, daha idealist görüşlüler giderken biz de tam tersi iş kapısı gibi algılanıyor ve devlet de buna körükle gidiyor. habire tabela üniversiteleri etrafı sarıyor. kontenjanlar şişiriliyor, sınav sistemleri allak bullak ediliyor, orta öğretimin içine limon sıkılıyor, öğrenciler yönlendirilemiyor, hedefler devlet tarafından yanlış koyuluyor vs.
eee nolacak bu yetişmiş değerler, bu kadar emek, bu kadar maddi kayıp! eğitim sigortası diye birşey var mı? eğitimin karşılığını alamamış kazazedelere eğitim sigortası istiyorum. hakkını alamayan haksızlığa uğramış bir ömrünü eğitime vermiş bu güzide insanlara zararlarının karşılığı derhal verilmeli.
eğer bu zararları temin etmiyorlarsa ben de yazıklar olsun diyorum!
şimdi daha iyi anlıyorum üniversitelerdeki öğrenci olaylarını, şimdi devletin o kişileri niye susturduğunu daha iyi belliyorum, uslu çocuk olun dersten eve, evden derse gidin dayatmalarını, o zihinlere vurulan parangaları, o verilen kavgaların nedenlerini daha iyi anlıyorum. rahat bir baş, neden bu kadar dertlensin ki ülkesiyle? demek ki geleceğimize birileri o zamanlardan çomak sokmaya başlamış. o kavgaların yoğun olduğu dönemlerde üniversite öğrencileri el üstünde tutulurken şimdilerde yüksek liseye dönmüş üniversitelerde; fikirlerden yoksun, tartışmadan habersiz, eleştiri yeteneği körelmiş, tahlil ve izahattan beri, kıyas becerisi bitmiş, ezberci, üretme kabızı, elinde defteri mektebine gidip gelen uslu çocuklar ortalıkta dolaşmakta ve devletin istediği ile birebir örtüşen bir zihniyeti üzülerek tam anlamıyla görmekteyiz. sakın yanlış anlamayın kendini geliştiren, idealist olanlar tüm zorluklara rağmen bunu başarıyorlar ama bu seferde devletin tüm kapılarını mezuniyet günü yüzüne kapanmış olarak buluyorlar. benim hala umudum var demek istiyorum hala da umutlanmak istiyorum ama görünen köyü de görmezden gelemeyiz!

22 Ocak 2007

sanat görüşleri üzerine..

sanatın genel olarak çizilen tanımlamalar üzerine özgün olması, algılanması ilk etapta zor alan düşünce gücüne haiz olması, bunun yanısıra tüm insanların beğeni seviyesine azda olsa hitap edebilmesi ve yorumlanabilmesi, bir insanın yeteneğini sembolize edebilmesi ve beceri duygusunu verebilmesi, hem gerçek hem gerçeküstü arasında gelgitler yaşatması, zihnin gerisinde birçok duyguyu ard arda uyandırabilme kabiliyetine haiz olması, içerisinde tefekkür, duygu, beceri karışımı bir oluşumu barındırması, belirli bir süre zarfında beğeni ile gündeme gelebilme gücünü içinde barındıran bir yapıt olmasıdır.
sanat suni kökünden türetilmiş arapça kökenli bir kelimedir. yapay manasından gelir. sanatla ilgili ilk akla gelen tanımlama farklılıkları şunlardır:

Clive Bell, "sanat" isimli kitabında 'önemli olan çizgi, şekil ve renk ilişkilerinin kendi aralarındaki kombinasyonudur" diyerek sanatın estetik yönünü ön planda tutup savunmuştur. bu görüş başat biçim görüş olarak nitelendirilir.
R.G. Collingwood ise sanatçı ve zanaatçı ayrımı "sanatın ilkeleri" adlı kitabında dile getirmiştir. yani planlı programlı önceden neyin yapalacağını düşünüp bu tasarıyı uygulamaya koymaya zanaat denir. bir duygu daha önce ortaya çıkmamış ve bunu ilk olarak eserine yansıtabilene sanatçı yaptığı esere da sanat denir. yani herhangi bir duygu olması söz konusu değildir burada. bu ise "duyguların dışavurumu" görüşü olarak kabul edilen görüştür.
Morris Weitz ise sanatın hiçbir şekilde tanımlanamaycağını tanımlama yapanların sadece kişisel görüşlerini dile getirmekten öteye gidemeyeceğini söyler. sanatın ucunun açık ve kalıplara sığamayacak nitelikte olduğunu ileri sürer. zaten bu görüş direkt bu şahsın adını taşır.
George Dickie ise sanatı kurumsallaştırmıştır. yani sanat için onay mercii olacak bir devlet, kurum yada kamunun genel beğenisini belirtecek bir özelliğe haiz yapıt ancak sanat olabilir. sanat ise bir insanın kendi bilinci ve eliyle yaptığı bir icraat olmalıdır der.
aslına bakarsanız her sanat dalının içerisinde bu handikap vardır. fotoğraf sanat mıdır değil midir, tasarım sanat mıdır değil midir vs sürüp gider. sanırım bunda teknolojinin gelişmesi ve hızlı üretimin devreye girmesinin de etkisi büyük. sanatın içerisinde emeğin kokusu olmayınca kavramlar da karışmaya başladı. önceleri bir yapıtı yıllarca uğraşarak yaparlarken, şimdilerde dijital teknoloji ile iki dakkada oluşturabiliyorlar. hatta yağlı boya şeklinde fotoğrafları basan yerler dahi var. demek ki yapılan işe emek karışması, insanın elinin icraatın direkt işin içinde olması, özgün bir fikri yansıtması, er ya da geç özel olduğunun geniş kitlelerce kabul görmesi, güzelliğinin bir şekilde tahlil edilebilmesi gerekiyor. sanattan para kazanılır mı kazanılmaz mı bu ayrı bir konu. sanatın ilkeselliği çerçevesinde tartışılması gerekir. ama sanatın tanımına gelince iş biraz farklı ve birçok açıklamayla karşılaşmanız mümkün. her yapılan tanımlama sanatın sadece cüzi bir yönünü aydınlatabiliyor. genel kabul görmesiyle ilgili benim ayrıca şu karşıt fikrim var. beğeni seviyesi; eğitimle, kültür seviyesinin yüksekliği, bakış açısının zenginliği ile artan bir olgu. beğeni seviyesi düşük bir ülkede en kaliteli en sanatsal yapıtları getirin bir anlam ifade etmez. ilkin eleştirel, gözlemci, estetik, sanatsal bakış açıları gelişmiş insanları ya da sanat müşterilerini oluşturmak gerekiyor. sanat müşterisi ile ifade etmek istediğim kişiler sanattan beğeni yönüyle hakkıyla anlayan insanlardır. yoksa sanat sanat içindir, sanat toplum içindir, sanat para içindir ile alakalı bir ilkesel ve etik tartışma değildir dediklerim.

selam

selam vermek sevgi soluklarının bir kalpten diğer kalbe akmasıdır. bir selamla yumuşar kasvet dolu gönüller, bir selam ısıtır güneşten kadim bir sıcaklıkla. selam; dostluğun ilk adımı, tatlı dilin en tatlı ürünü, güler yüzün solmayan gülü, kalbin en yalın ve açık hali olur yankısını bulduğu yüreklerde. selam; asık suratları mutluluğa açan anahtar, yılanı deliğinden çıkaran tatlı söz, huyları yumuşatan iksirdir almasını bilende.. bir başkasının senden tarafa güvenlik bağlarını pekiştirir, huzur ve güveni gönüllerde ihata eder ufacık içten bir selam.. senden ilgiyi kesene en büyük kucağını aç, senden beri durana sımsıkı sarıl, senden esirgeyene en güzel selamlarını yolla ey güzel insan.. sevgi, dostluk ve saygının en güzel nişanı, kalbe isabet eden en büyük sevgi kurşunu, dilden çıkan en yumuşak kelimedir selam.. selamsız dostluk yalan, selamsız sığ kalır tüm kelamlar.. güzel günlerin ilk haberi, dostluğun ilkbaharı, ağaçların tomurcuğu, sevgilerin hızla yeşermesi, aşkların gündoğumudur selam. tüm dillerin ortak duygusu, tüm insanlığın en büyük gönül bağı, ilişkilerin sevgi yumağı, bakan gözlerin beklentisi, değer görmenin işareti, insanlığın en biricil vazifesidir selam.
sıcak bir merhaba
sicak bir selam
içten bir gülümseme
gönülden bir tokalaşma
en güzel hediye olur, en masrafsız dostluk gösterisi yerini bulur sevgiye susuz kalmış gönüllerde..
mutluysan bir selam ver, eğer sende mutlu olmak istiyorsan selamla başla mutluluk alışverişine..

21 Ocak 2007

inanılmazlar


şehirde yaşayan süper kahramanların bazı hukuksal sorunlar yaşamasından dolayı devlet tarafından yeni kimlikle sıradan insan hayatı yaşamaları temin edilir. tabi kahramanlıktan uzak kalan inanılmazlar bu hayatı çok sıkıcı bulmaktadır. ana karakter incredible sürekli sigorta şirketinde yardımcı olan tavrından dolayı işinden atılır. özel bir firmadan iş teklifi gelir kahramanlık yapması yönünde. teklifi getiren firmanın sahibi küçükken bu süper kahramana özenen fakat kahramanın onu terslemesine kin güden biridir. teknolijiler geliştirerek bunları süper kahramanlar üzerinde denemektedir. ailece süper özelliklere haiz kahramanların bu kötüyle mücadelesi en güzel görsel efektleri içermektedir. en yüksek puanlı animasyonlardan olan bu filmi izlemekte fayda var.
güçlü görsel efektleri, detaycı bakış açısıyla hazırlanmış senaryosu ile hayali bir sanat yapıtı niteliğinde.

imdb puanı: 8,3
imdb linki: http://www.imdb.com/title/tt0317705/

the holiday


romantik ve komedinini uyumlu bir bileşimi olan bir film. cameron diaz (amanda) ve kate winslet (iris) başarılı oyunculuklarının sergisi niteliğinde son dönem insan ilişkileri üzerine güzel bir tahlil filmi. aşkı bulamamış ve ilişkilerinde sorun yaşayan iki bayan değişik bir ortama girmek için karar alır. biri los angeles'da diğeri de ingiltere'de yaşamaktadır. internetde ev değişikliği sistemiyle tatil yapmaya karar verirler. tatillerini birbirlerinin evinde geçiren bu iki kişinin hayatları bir anda değişmeye başlar. amanda, iris'in kardeşinin evine yanlışlıkla gelmesiyle yeni bir aşka başlar. iris de amanda'nın arkadaşının eve gelmesiyle bir aşk ilişkisine başlar. amanda erkek arkadaşıyla ilişkiye girememiş ve bir türlü ağlama duygusunu yaşamamıştır. ama bu yeni ilişkiyle herşey değişecektir. aynı şekilde kate, bir türlü ayrıldığı insanı unutamamış, ayrıldığı kişide bu zaafiyetini kullanarak onu sürekli duygusal bir çıkmaza sokmaktadır. kendisi gibi olan yeni partneri ile bu çıkmazdan birlikte kurtulurlar. filmin diyalogları sürükleyici. aynı zamanda bu film, sinema sektörü hatıra filmi olarak düşünülebilir. filmdeki karakterler; fragman hazırlayıcısı, sesçi, senarist, yazar vs. gibi medya ve sinema sektöründen olan kişiler. bunların hayatlarının ele alındığı film, ayrıca bu sektöre sevgisi olanlar için ilgi çekici olabilir.

imdb linki: http://www.imdb.com/title/tt0457939/
imdb puanı: 6,6

20 Ocak 2007

ağaçların dilinden mazi

nazim hikmet, gülhane parkındaki ceviz ağacının altında sevgilisi ile buluşmak üzere anlaşır. buluşma günü gülhane parkına gider ve ağacın altında beklemeye başlar. tam bu sırada polisler, gülhane'de devriye olarak gezmektedir. o dönemlerde nazim hikmet arananlar listesinin başında olduğundan polislerden saklanmak için ceviz ağacının tepesine çıkıverir. ağacın tepesindeyken sevgilisi gelir ve durumu bilmeden ağacın altında bekler uzunca bir vakit. polisler orada olduğu için aşağıya seslenemez nazım hikmet. ve bu satırlar dökülmeye başlar nazım'ın dilinden..

başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım gülhane parkında,
budak budak, serham serham ihtiyar bir ceviz.
ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
ben bir ceviz ağacıyım gülhane parkında,
yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril.
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil
yapraklarım ellerimdir tam yüz bin elim var,
yüz bin elle dokunurum sana, istanbul'a.
yapraklarım gözlerimdir. şaşarak bakarım.
yüz bin gözle seyrederim seni, istanbul'u.
yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
ben bir ceviz ağacıyım gülhane parkında,
ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

şimdi bu hikayenin benim için önemli ikinci kısmını anlatayım sizlere. gülhane parkında sadece bir adet ceviz ağacı vardır onun dışındakiler hep çınar ağacıdır. onun için nazım ceviz ağacından bahsetmiştir. benim çocukluğum o ceviz ağacının altındaki o zamanın tarihi çay bahçesinde geçmişti. belki hatırlayanlar vardır havuzlu kuklalı çay bahçesini. hemen hayvanat bahçesinin sağında yer alır. bu şarkıyı da cem karaca, yurt dışında yasaklılık dönemi bitince gelmiş ve ilk konserinde okumuştu. gülhane şenlikleri ve konserleri kapsamında bir organizasyon olmuştu ki ilk kez cem karaca bu şarkıyı orada okudu, onu da ilk dinleyenlerden olmanın keyfini yaşıyorum. o da özgürlüğünü bu mısralarla dile getirmişti. tabi ardından nice yasaklılar ve düşünce suçluları orada sahne almıştı. 80 li yılların geçiş sancılarından nice fikirler meydana çıkmıştı. o zamanlar uğur mumcu'lar, aziz nesin'ler, ömer zülfü livaneli'ler, ahmet kaya'lar popiler olmanın adımlarını atmaya başlamışlardı. siyasi fikirlerin arenasıydı adeta. ve bir zaman sonra istanbul'un 500 projesi adı altında haybeye gitti gülhane. çayırlık, meralık bir alanmış gibi topkapı sarayı'nın bahçesi olan bu yer kökünden yok oldu. ne tarihi misyonunu üstlendi ne bir organizasyonun merkezi oldu. siyasi gargaraya gelip mesire yeri haline dönüştürüldü. şimdilerde yıllarca duran akvaryumu, hayvanat bahçesi, tarihi çay bahçesi, kendine has parkları ve bahçe düzenlemeleri yok. o yetim kalmış ceviz ağacı hala ağlıyor gelen ve tarihine tanıklık edememiş nice ziyaretçileri adına.. size bir sır daha vereyim o da gülhane parkından çıkınca tam tramvay yolunun ortasında bir koca gövdeli çınar vardır. o da tarihin ayrı bir tanığıdır. bu çınara kanlı çınar adı verilir.
bu çınar ilk kez Sultan İbrahim’in tahttan indirildiğnde gündeme gelmiştir. Sultan İbrahim’in tahttan indirmek isteyen isyancılar, Sadrazam Ahmed Paşa’yı yakalayıp asilerin yandaşı olan Vezir Sofu Mehmet Paşa’ya teslim etmişlerdir. Mehmet Paşa önce Şehzadebaşı’ndaki konağında ağırlamış akabinde şeyhülislam fetvası ile idamını gerçekleştirmiştir. Ahmed Paşa tüm varlığını canı karşılığında Mehmed Paşa’ya vermesine rağmen ölümünün önüne geçememiştir. Cellat Kara Ali ve diğer cellatlar onu sürükleyerek konağın bodrumuna indirip kementle boğmuşlardır. Bunun ardından sadrazamın cesedi bir ata bağlanarak sürüklene sürüklene Sultanahmet’teki bu çınarın altına bırakılmıştır. yeniçeri kılığındaki bir asi sadrazamın eti romatizmaya iyi gelir diye vücudunu parçalamış. Bu acı olaydan dolayı tarihte bu çınara “Kanlı çınar” sadrazama da bin parça anlamına gelen “Hazerpare Ahmet Paşa” ismi verilmiştir.

Kanlı Çınar'ın diğer hikayesi ise Yeniçerilerin Girit seferi dönüşü dağıtımdan hisselerini alamamasından kaynaklanmaktadır. kapıkulu ocaklarına benzer şekilde ayarı düşük akçe verilmesi olayları ateşlemiş ve yeni bir isyan alevlenmiştir. At Meydanı’nda toplanarak saray kapılarına dayanan yeniçeriler ve kapıkulları saraydan bazı kelleler istemişler. Sultan IV. Mehmet başta karşı çıkmasına rağmen ortalık iyice kontrolden çıkınca istenilen kişileri boğdurup saray dışına çıkarmış. Boğdurulanlar arasında Kızlar Ağası, Kapı Ağası, Mülki Kalfanın kocası Şaban Ağa var idi. asiler bu ölülerin kesik başlarını çınarın dallarına asmışlardır. Buradaki saray görevlilerine ait başlar günlerce asılı kalmıştır.bu olay tarihe “Vaka-i Vakvakiye” olarak geçmiştir.

Gûşu merihe erüp tantana-i cahü celâl
Lerzenâk etti bu kavga gühu âfâkı
Oldu mahmur nice mest müdamı devlet
Câmı ikbale ne tarh etti bilinmez Sâki
Bağbanı felek gine güzârı seyret
At Meydanına dikti secere-i vakvakı.

1826 yılında son yeniçeri isyanı bastırıldıktan sonra yeniçeri ocağı dağıtılmış ve boğdurulan yeniçeriler bu ağaçta sallandırılmıştır. bu olay da şecere-i vakvakin olarak tarihte yerini almıştır.
İzzet Molla bu hadiseyi manzum şekilde anlatmıştır:

Bir zaman ehli fitne camii Hanı Ahmedde
Bigünah asmış iken kullarını Hallâkim
Şimdi erbabı Şekanın dökülüp kelleleri
Meyve vaktine yetiştik, secerei vakvakin.

9 Ocak 2007

uzaklaşmak (deneme)

insanlara her baktığımda hissederim içlerinden bana püsküren ateşleri. uzaklaştıkça ısıtır, yaklaştıkça kor ateşine karıştırır bendimi. her gülümsediğim bir vesvese eker yüreğime. büyükler büyüklenir, bilgiçlik rüzgarıyla üşütür her yanımı, küçükler uzaklaşır senden, kopup gider, yaşıtlarım rakip beller sussan da susmaz, bırakırsan da bırakmaz yakanı. her insan bir öfke oldu içimde, her gözden bir hançer saplandı yüreğime. yalnızlık yoldaşım oldu, kaybolduğum gecelerde yalnızlığımla dertleştim, yalnızlığa dem vurdum uzaklaştığım gecelerde. gideni özledim, gelenin yolunu gözledim. ne gidenler mutlu etti, ne gelenler anladı yüreğimin paralanmış acı dolu seslerini. koştukça ardından kaçtı sevdiklerim, kaçtıkça küstü sevenlerim. tüm kalbimle seslendiklerim sağır oldular aşklara. samimiyetimden ödün vermedim, her güneşin doğuşuyla ölümü arasına sıkıştırdığım hayattan çaldılar peyderpey sevdiklerim. kim bilir kaç zamandır böyleyim yalnızlığa gebe bir yolculukta.. ektiğim aşklar filizlendikçe serpildi, serpildikçe dağıttı içinde biriktirdiği nice aşk tohumlarını. boş hayallerden ötesini ağırlamadı, umutlarımın aşk panjuruyla kapanmış pencereleri..biliyorum ki siz de benim kaderime ortaksınız, aynı anda çizilmişçesine dağıldı tüm oyunculara yalnızlık payesi.. ben siz de figüran, siz başkasında gelip geçen bir yolcu oldunuz. yol hep uzaklaraydı, bitmeyen adımların sesi kulaklarımı tırmaladıkça kalbimi sızlattı feryat dolu ezgileriniz. yüzüm gülüyor hayatın kokuşmuş suretlerine, içimden taşan ıstırap çarpıntılarım tenimde son buluyor.. her kaçış kolaylamak gibi görünür, hayatın avuçlarından tutanlar övünür büyük işlerin adamı olmakla. hayat ezdikçe ezer avuçlarında hamasi bir girdaba duçar olan sefilleri. hayat aynasında karşılığını bulur, hayat aynası en kahır yüzünü vurur; suretinden insanlıktan nasibi kalmamış, aşkı hor kullanmış, sadakatin gölgesinde hiç soluklanmamış boş yürekli yaşam hamallarına. ne kızgın, ne öfkeli ne de yargılarla süsledim yüreğimi. kendime kızdım her baktığım insanda çürüyen maskeleri gördükçe. ne çok yüz harcamışım sevdiğim suretlerin akisleriyle yamadığım insanlarda, ne çok hayatı söndürmüşüm kalbin sevgi bahçelerinde. hiç hakkım yokken kırmışım, unutmuşum en kötü günlerimde dirayet kaynağım olan dostlarımı, sevdiklerimi. meğer siz de bu oyunun bir parçası siz de uzaklaşmanın öncüsü olmuşsun buruk yüreğimde. sustum siz de sustunuz. sustukça dondu duygular, hırpalandı düşünce fırtınasıyla kalbimizde biriktirdiğimiz aşklar. susuz kaldı filizlenip baş kaldıran kırmızı güller. gülmez oldu yüzler burukluğundan.. gücenmiş bakışlardan utanır bir edayla uzaklaşmak ister yürek. kim bilir kaç zaman uzak kaldım zihnimi sarmış habis duygulardan, duyguları felç eden tüm yakarışlardan..
ve bir gün dönme vakti geldi. hislerim yoğundu uzun süredir. gemilerimi yanaştırdım kalbinin limanlarına. bir süre orda soluklandım, hiç tatmadığım bir güzelliğin içinde buldum ansızın kendimi. uzun soluklu bir yolculuktu bu. bir şeyleri keşfetme arzusuyla tutuşmuştu yüreğim. umuyordum bana ait kayıp sevdalar kıtasına ulaşacağımı. sanırım demir attığım liman bir ada değil ezelden yüreğimin sızısını hissettiği koskoca yürek kıtasıydı. başımı kaldırınca anladım uçsuz bucaksız sevda kıyılarının güzelliğini. tüm sıcaklığın sardı ilkin bedenimi, renkli bakışlarının arasından seçtim gözlerini. sonra gözlerime, gözlerinden baktım. anlamak istedim duygularını. bana bakıyor, bana gülümsüyor sıcaklığından fedakarca harcıyordu. kalbimin pınarları doldukça doldu ve taştı oluklarından. biz sözleşmiştik kim bilir hangi kayıp zamanlarda. şimdi yanımdaydı zaman örselese de sözleri, tek tek dökülmeye başladı kalbin dilinden sevda gülleri. iki kişilik hayat oyununda yıllardır tek başıma oynuyordum. sesimin aşk yankısıyla diğer oyuncu da dirildi karşımda ansızın. bu oyunu birlikte oynamalıydık. bir tarafımı sardı bir tarafım sarardı beklemekten. bende sana ait olan kalbimi, getirdim. anla beni, tüm dediklerimi. hislerim gerçek, düşlerim yaşanmış birer hayat hikayesiydi. rüyalarımı süsleyen, gönlümü taçlandıran prenses bir merhabayı çok görmemeliydi bana. tüm maddi unsurları aşmıştık, renkler, ırklar, diller, bedenler birer birer kaybolmuştu ruhlarımızda. aramıza giren seneler dahi sendelemedi düşüncelerimizi. yolculuk boyunca kendimden emin, sözlerim keskin ve etkiliydi. dimdik ayakta kasvetli duruşumla titretirdim yerleri. onu görünce kelimeler bir anda beni terk etti, düşünceler ilk ihaneti yapıp dağıldı. dizlerimdeki derman, tüm yolculuğu çeken ayaklarımdaki dirayet bir anda veda çanlarını çaldı bedenime. karşında güçsüz hissettim bendimi. Her şeyimle sana geldim, savunmasızlığıma bakma yüreğimde taşıdım bana verdiğin emanetini. ve şimdi çok yorgunum sadece senden gelen bir sıcak merhabaya aşina olmak istiyor bu koca yürek..tüm engelleri, zihnindeki perdeleri, toz tutmuş umutları benim için aralar mısın? benim ben! tanımadın mı? yürek aynanda gördüğün adamım! Ruh ve bedenin buluşmasıydı bu. kendimde kaybolmak, kedimde kendimi bulmanın son demiydi..

4 Ocak 2007

ela gözlüm

ela gözlerinden seller savrulur,
aşk belasıyla kavrulur sözler.
daha bakmaya kıyamazken,
aşkın kıyısında donakaldım.
kışın ayazında her yakarışın,
sevginin yazıyla hislenir..
feryatlar bana geldikçe,
gözlerinin ferine takılır gözlerim.
ela gözlerinin hatırına,
nice satırlar söner dilimde.
son bir kez olsun gelsen,
ellerini versen ellerime,
ela olur leyalim,
hayalimde canlanır gözlerin..
tüm duygular budanır içimde,
söylemeye içtinap eder dudaklarım.
tutuklu kalbim infaz olunurken,
dilim niyazla yutkunarak anar seni
İhlal ettim tüm yasaklarını,
ihmal ettiğin yüreğinde saklanırım.
Varsaydığın tüm minvaller tükendi,
ihtilallerle esti, deli yüreğimin yelleri.
sitemliyim gözlerine gönül tünellerinde,
ela gözlerinle lal olur dilim,
ela gözlerinin elinden sevgilim,
aşk belasıyla kavrulur sözlerim..

3 Ocak 2007

medyacının günlüğü

bir zamanların efsane ATV ve Sabah'ı şimdilerde ne durumlarda. medya iç çekişmelerinden bunalan medya çalışanları, iyi bilirler ne sıkıntılar yaşanıyor. sene 2000, Sabah Gazetesi bir atılımla Samandıra'da dev tesis kurmak için ellerini kollarını sıvar. medya patronu Dinç Bilgin artık kendini medyanın kralı ilan etmiştir. ama evdeki hesap çarşıya uymaz, ekonomik kriz yaşanmaktadır. meyvesini sebzesini dahi yurt dışından getiren, yabancı damat ve yabancı gelin dizisini bizzat ailesinde yaşayan, ithal kültür ürünü Dinç napmalıydı. kararlar alınır Etibank'ın derhal içi boşaltılacaktı. hayali çifte hesaplardan paralar iç edilir ve tesisin açılışı tüm şaşasıyla gerçekleştirilir. hatta açılışa gelmeyen Sezen Aksu, Mahsun Kırmızıgül gibi şöhretlerin ağzına medya biberi sürülür ve tüm görüntülerinin artık yayınlanmaması, kliplerinin dönmemesi kararı alınır. ama kriz derinden sarsmaktadır. %10' dan fazla medya hissesi olan devlet ihalelerine el atamazken bizim patron kendi şirketine kağıt üzerinde yüzlerce partron gösterip her türlü ihaleye girer. en sonunda bu hileler de fayda vermez. o zamanın medya gözdesi ve Dinç'in nerdeyse evlatlığı gibi olan Zafer Mutlu, medyayı da peşinden sürüklemektedir. ve gemi su almaya başlar. Ali Kırca'lar televizyonu birer birer terkeder. ilk darbeler aile içinde yaşanır. Zafer Mutlu bir zamanlar Ufuk Güldemir'in tahtını sallamış Sabah'ta zirveye oturmuştu. ama o ne! Zafer ilk hainlerden olmuştu. belki de Ufuk Güldemir'in ahını almıştı Dinç Bilgin! Zafer, el altından Aydın Doğan ile anlaşır ve bağımsız gazeteciler adı altında hiç bir medya patronuna bağlı olmadığını ilan ederek Sabah'ın iskeletinden bir Vatan Gazetesi doğurur. Sabah'ta oyunlar devam eder. Atv de çaresizdir. hileler oyunlar mal kaçırmaların ardı arkası kesilmez. hızlıca Teşvikiye'de 400 milyar o zamanın parasıyla bir bina tutulur. yeni bir imaj uğruna milyarlar dökülür bu binaya. ikitelli'de kalır hayallerin ve bir zamanların ATV-2000 binası. baskınlar gelecek korkusuyla kanal 6 nın haşat edilmiş arşivi ATV arşivi gibi yutturulur haciz memurlarına. Kanal 6' da ayrı bir hazin öyküsü ya şu an konumuz değil tabiki. hoş haciz memurları da danışıklı döğüş yaparlar ya. son dakika hacizcisi gibi olaylar bittikten sonra soluk alırlar binada. Zincirlikuyu'da hurdalaşmış parçalar bırakılır iflas etti gibi gösterilerek. sonra bir sene geçmeden ATV Sabah yine taşınır Balmumcu'ya. Hem bu bina 250 milyar kirasıyla daha ekonomiktir o zamanlar. Şişecam binası, artık kalıcı yer olarak kararlaştırılır. tabi bu yer değiştirmelerin ve iflas senaryolarının tüm faturası devlete bir bir ödettirilir. Turgay Ciner, devreye girer. ATV'ye aşık olmuştur bu patron. Dinç Bilgin, Etibank'ın içini boşaltmanın cezasını 5 yıldızlı otellerde pardon hastanelerde çekerken hesaplar yapılır. nihayet devredilir yeni patrona ATV ve Sabah. her el değiştirişte kıyımlar yapılır. yüzlerce medya çalışanları hep zararlı çıkar bu oyundan. sonra sonra öğreniriz verilmeyen yemek ticketlarının genel müdürün, sekteterine kur yapmak adına 50 milyar olarak verildiğini. sonra sonra anlarız geciken maaşların kokuşmuş yöneticilerin nasıl cep ettiğini. Ali Kırca'ların zevkü sefa, ve sapık maceralarının videolarını çok sonra izleriz utana sıkıla. Star'a 2milyon dolara transfer olan Ali Kırca sonra kahraman gibi döner kurtulmuş Atv'nin kaptan köşküne. ama Atv'yi en kötü gününde yalnız bırakmayan, aylarca maaşını almadan özveriyle çalışanlar kapı dışarı edilir. belki de tüm atv çalışanlarının aldığı kadar maaşın toplamı kadar alan üç beş kişi, el üstünde tutulur bu kanalda. Murat Birsel, Ali Kırca'nın yokluğunu aratmadan götürmüşken gemiyi o dahi internetten öğrenir kovulduğunu işinden. Ufuk Güldemir mi? o artık Habertürk klasiğini oluşturmuştur. Haberturk tv'yi kurmuştur.
Biz çok sonra öğreniriz şirket içinde kaç şirket değiştirdiğimizi. hayali şirketlerde çalıştığımızı ve adımıza imzalar atıldığını.
bizim Dinç'in oğlu Önay'ın debdebeli yaşamı değişti mi sanıyorsunuz? hayır onların yurt dışındaki saltanatı kaldığı yerden devam ediyor. onun kankisi Cüneyt Ortan'da ilk kazığı atan Kiss Tv'yi harap eden kahramanlardandır zira. sevgilisine o zamanın parasıyla 500 milyonluk kedi alırken radyo çalışanları iki kuruşluk maaşı alamamanın acısıyla ağlamaktadır. velhasıl Sabah ATV bünyasinde bir ezenlerin bir de ezilenlerin hikayesidir bu.
İzmir'de İzmirli işadamlarının bir gücü olarak başlayan Yeniasır Gazetesi macerası, artık Dinç Bilgin için daha büyük oyunların dev medya patronluğuna dönmüştür. bir gecede seçimlerde baskı unsuru olsun diye Kiss Tv müzik kanalı Haber Tv oluverir. onun için amaca giden her yol mübahtır ya. belki de o da bu hırsların neye mal olduğunu düşünmektedir emeklilik kitaplarını yazarken..

müzede bir gece ( night at the museum )


fantastik komedinin tadımlık sinemalarından birisi daha karşımıza çıkıyor. ulusal tarih müzesinde son çare olarak işe başlayan ve oğlunun gözüne girip ailesiyle ilişkilerini düzeltmek isteyen babanın yaşadığı sıradışı macera. müzedeki tüm objeler gecenin bir yarısından sonra canlanmaya başlıyor ve komediyle karışık aksiyon sahneleriyle devam ediyor. filmin senaryo kurgusu çok başarısız. hatta birçok mantık hataları var. örneğin müzenin içerisindeki tüm o arbede ve karışıklıklara rağmen kırık dökükler sabahleyin yerli yerinde duruyor. sanırım mantıklı olmasını çok da düşünmemişler bu bilinçli bir tercih gibi geldi. zira filmin görsel efektleri harika olmuş. sırf bunlar için bile izlemeğe değer. Shawn Lary'in yönettiği filmin başrolündeki Ben Stiller'in müthiş oyunculuğu ve taklit yeteneği filmin en güzel sahnelerini oluşturuyor. Shawn Lary'i Pembe Panter ve Sürüsüne Bereket gibi mizahi filmlerden hatırlıyoruz. Robin Williams'a çok fazla yer verilmemiş misafir oyuncu gibi gelmiş sahneye. eğlenceli bir gün geçirmek isteyenlere uyacak bir film diyorum.

imdb puanı: 6,5
imdb adresi:http://www.imdb.com/title/tt0477347/