23 Ağustos 2007

tartışma adabı

İnsanız biz, hepimizin ayrı düşünceleri, ayrı dünya görüşleri, ayrı duyguları, ayrı istekleri var da var.. Hal böyle olunca tartışma kaçınılmaz oluyor. Tartışma gayet insani ve medeni bir haldir. Usulünce olunca da keyfine varılmaz. Tartışma yada eski dilde münazara, bir mevzu üzerinde değişik fikirlerin sunumuyla başlayan, tüm fikirlerin mantık süzgecinden geçirildiği, tezler ve antitezler ile tahkim edilerek ilerleyen yada gelişen düşünce buluşmasıdır. İşin belki de en keyifli yanı farklı farklı düşünce dünyalarında seyahat ediliyor olmasıdır kanımca. Tartışmayı yapan kişinin kesinlikle tahlil yeteneği gelişmelidir. Eğer bir kişiyi tenkit ediyor ve karşı fikir beyan ediyorsa ortada dönen mevzuu çok iyi algılaması lazım. Şimdilerde tartışma adabı çok hafife alınıyor, belki de çok gereksiz görülüyor yaygın bir şekilde.. Ama eskiden beri var olan “adabu'l-bahs ve'l-münazara” Osmanlının vazgeçilmez derslerinden biriydi. Belki de tartışma adabının öğretilmesine ders müfredatlarıyla başlamalı. Toplumumuzda sürekli çatışmaların, ufak tartışmalar yüzünden çıkan kanlı bıçaklı hallerin ne boyuta geldiğini hepimiz biliyor ve görüyoruz. Hatta net ortamında tartışıp bunu gerçek hayata taşıyan insanlar da mevcut. Demek ki ciddi bir sorunumuz var tartışmayla ilgili.. Konuları karşılıklı gözden geçirip incelersek, hoşgörülü olursak, biraz daha dikkatli incelersek yazılanları, zihnimizdeki duygusal duvarlardan bir nebze olup sıyrılarak var olanı görebilirsek o zaman tartışma adabını sağlamış olacağız.

Tartışmanın hedefi istişare yani fikir alışverişidir. Amaç doğruyu ortaya koymaktır. Her zaman ortaya bir sonuç çıkacak mı! Hayır tabi ki bazen ucu açık kalan tartışmalarda olacaktır. Tartışma adabını zedeleyen en büyük sıkıntılardan birisi de bel altı vuruşları yada aldatmaca, saptırma, düşünceye hile katmadır. Eğer karşı taraf bize böyle bir girişimde bulunuyorsa tartışma adabına göre buna izin verilir kesinlikle bu sorun edilmez. Eğer sorun edilir ise işte adabı münazara dediğimiz tanımın dışına çıkarız. Eskilerin bir sözü aklıma geliyor “bir saat münazara bir ay mütalaadan iyidir” yani bir saatlik fikir alışverişi bir aylık incelemeden, okumadan, düşünmeden üstündür.

Tartışmalar içinde çokça kullanılan yöntem ise cedeldir. Aslında cedel, ispatlama yada aksine çürütme yetisini geliştiren bir metottur. Bu yöntemin en büyük faydası karşı fikirden olan yada bizim tasvip etmediğimiz düşüncelerin şaibeli taraflarını belirleme ve düzeltme açısından çok pragmatik olmasıdır. Yine işin nihai bağlandığı ve tüm dayanağının yegane merkezi mantıktır. Mantık dahilinde olmayan tüm kanıtların, fikirlerin, tezlerin kabul edilmesi söz konusu olamaz.

Özetleyecek olursak münazara, cedel, tartışma fikirlerin arenaya çıkma olayıdır. Burada elbette ki fikrini galip getirme kastıyla beyan verilebilir. Ama bu beyin fırtınası ve zihin egzersizi olarak algılanmalı saygı çerçevesini asla aşmamalıdır. Hele hele küsmek, darılmak, duygusal olarak kabuğuna çekilmek, ölçüyü kaçırıp rencide etmek, gereksizce lafları uzatmak, hakaret etmek, inatlaşmak, ego tatmini haline getirmek vs. adaba aykırı durumlardır. Bunları başarırsak tüm tartışmalar emin olun keyif verecektir.

22 Ağustos 2007

uzaktı hayalin gözlerimden

Rüyalarımda temasın bir buse gibi!
Yar, temaşa ederim bu sevgini.

Yollarım tuzaklarla örtülü, kördüğüm,
Uzak bir hayalindi bulutlarda gördüğüm.

Vize vermez esaretin, sardı her şeyi,
Vız gelir basiretin, kurşun gibi serseri!..

Gök kubbe altında duygumu, darplardan korudum,
Debdebeli sevgimizle peyderpey soldum.

En hazin olan, verdiğin karardı,
Nazarımlarım soldu, gündüzüm karardı.

Asla sitemle gelmeyin üstüme,
Son matemimde teselli etmeyin..

Ruhum paslandı mecnun oldum,mavilim
Palazlanmış cezbinle, pek yoruldu ahvalim

Besbelli hicrandı bu, kahroldum döküldüm,
İnce bellim; kah ağladım, kah güldüm.

İçimi bir hoş eder, masmavi gözlerin,
Harlanır hamasetin, şulesinde göklerin.

Ağlarım kabından taşan kandilin gölgesinde,
Ağlarda yanar kalbim, okyanus dalgasında.

Başımı koyduğum yastığımla halvetim,
Vuslatı astığın ahvalde sana hasretim.

Yokladım melteminle, ağlayan denizleri,
Kokladım mateminde, kuruyan filizleri.

Kula kulluktu aşkım, kördü gözümün yaşları,
Kol kola duygularımızı, gördü gönlüm yaşadı…

15 Ağustos 2007

ruh var mı?

Zeka, insanın düşünme, algılama, tahlil ve sonuç çıkarma yeteneklerinin bütününe denir. Karışlaştığımız durumlarla ilgili yada anlık gelişen vakalara uyum sağlama sürecini sağladığı gibi öğrenmenin, analizin, duyu organlarının dayandığı yer de zekadır. Neden-sonuç, gruplandırma, hatırlama, ilişkilendirme zeka sayesinde gerçekleşir. Zeka aktivitelerinin gerçekleştiği yer beyin içerisindeki sinir hücreleri, yani nöronlardır. Hücrelerin bilgi akışı sinapslar ile gerçekleşir. Sinapslar sinir hücrelerinin arasında en yakın oldukları yerlerdeki birbirine değmediği küçük birimlerdir.

Beyin sinir hücrelerinden oluştuğuna göre kendi kendini irdeleyen, inceleyen, analiz eden hücre bağlantılarının dışında, farklı bir bilinç olduğu yadsınamaz bir realitedir. Bu noktada materyalist düşünce çıkmaza girmektedir. Buradaki bahsettiğimiz şuur ruhun ta kendisidir. Söz konusu bu algıları her insanın ruhu için farklı farklıdır.

Zeka ile akıl çoğu zaman birbirine karıştırılır. Zeka, sebep ile sonuç arasındaki ilişkileri keşfetmek, benzer yönlerini ve farklı durumlarını idrak eder. Akıllı biri, zekanın tüm getirilerini kullanabilmekle beraber zekilerden daha öte kavrayış ve yeteneğe de sahiptir. akıl, başarı sağlayan yetenek, doğruyu yanlıştan ayırtabilen bir araç, yaşam safhalarını düzenleyen doğru düşünce merkezi, isabetli kararları alabilmeyi sağlayan birim, detayları görebilen iç gözdür. Bu kavramları açıkladıktan sonra madde ve ruh ilişkisine geçelim.
20. yüzyılın başında atomun devasa boşluğu olduğu çekirdek etrafında ise dönen elektronlar olduğu biliniyordu. 1960'larda Protonun içerisinde kuark diye tanımlanan parçacıklar olduğu keşfedilmiştir. kuarklar, protonun artı yükünün ve nötronun yüksüzlüğünü temin eden unsurlardır. Sonuç olarak anlaşıldı ki, atomun 0.0000001'ini oluşturan hacmin içinde ayrı bir dünya daha var. kuantum fiziği keşfedilince işin rengi daha da belirginleşti. maddenin özünde, maddesel olmayan farklı bir şeyler vardı. Einstein, Phillip Lenard ve Compton ışığın tanecik yapısını üzerine araştırmalar yapmaya başlamış, Louis De Broglie de dalga yapısı üzerinde durmuştur. Broglie'nin keşfi ile atom altı parçacıkların da dalga özellikleri gösterdiklerini ortaya çıkmıştır. Elektron, proton gibi parçacıklara da dalga boyu eşlik etmekteydi. Mutlak madde olarak bilinen atomda, madde değil, enerji dalgaları vardı. Atomun içindeki parçalar, ışık misali zaman zaman dalga gibi, bazen de parçacık özelliği gösteriyorlardı. Yani kimi zaman görülebilir oluyor, kimi zaman da hiç görünmüyordu. Buradan çıkan sonuç var olan maddenin gölgeden farklı olmadığıydı. Bunu ancak metafizik açıklayabilir. Aslında Kuantum mekanikçilerinin ispat ettikleri, nesnel dünyanın yoğunlaştırılmış bir dalgadan ibaret olduğuydu. Kuantum mekanikçilerine göre yanılmanın temel nedeni algılarımızın dünyasında, gerçekliği oldukça ikna edici olan detayların varlığının söz konusu olmasıydı. Dış dünya bize ulaşamamakta ve bizler dışımızdaki dünyanın aslını görememekteyiz. Burada bize iki yol görünüyor. Bunlardan birisi fiziksel gerçekleri mi esas alacağız yoksa bizlere doğru ve net görünenlerin mi doğru kabul edeceğiz! Thomas J. McFarlane der ki: “Bizim deneyimlerimizin bir sınırı olduğu için, belki de nesnel dünya fikrimiz gerçekten de bir illüzyondur. Tıpkı düz dünya fikrinin bir illüzyon olması gibi” yani insan dünyaya nispetle küçük olduğu için onun yuvarlak olduğunu o dönemde algılayamadı. Çünkü insanın sınırları da kısıtlıdır. Albert Einstein der ki: “Hayatınızı yaşamanızın yalnızca iki yolu vardır: Birincisi sanki hiçbir şey mucize değilmiş gibi yaşamak. Diğeri ise, sanki her şey mucizeymiş gibi yaşamak. Ben ikincisine inanıyorum” sonuç olarak asıl olan ruhun varlığıdır onun dışında görünenler birar dalga yumağından ibarettir.

13 Ağustos 2007

bırrrr!

kola aşkına dağları delen kerem'ler, denizlerde yelken açıp deli dalgalarla boğuşuyor şimdilerde. ve bu yorgunluğun ardından buz gibi bir kolayı hak ediyorlar. bırrrr!

vikingler

vikingler var mıdır okyanusların ortasında hala. hala o tarihten esen deli rüzgarlar sarıyor mu yelkenlilerimizi, teknelerimizi, yüreklerimizi..

ters bakış

başım mı döndü yoksa yer çekimi cazibesini mi yitirdi? artık bir başka görüyorum dünyayı, bir başka bakıyorum hayata..

fotoğraf sevgisi

yanlış öğretmişler fotoğraf sevgisini bu kıza! fotoğraf makinasını öperek kim düşünür iyi kadrajlar çıkarmayı..ama günümüzde hala mevcut bu türden fotoğraf aşıkları..

magazin forever

ah bu magazinciler forever olmadan duramazlar ki! denizin ortasında bile başlarlar avcılığa.. ama bilmezler ki ava giden avlanır..

dalgın

denizin kenarında yine aklı güverteden gelen motor sesinde.. yine dalıp gitmiş yine unutmuş dalgaların en hırçın kulaçlarını..

içimizdeki çocuklar

yaş ilerler ama içimizdeki çocuk saklanır bilmediğimiz bir köşesine kalbimizin. elma dersem çık deriz de mızıkçı bir edayla ses vermez bekler..

manalı manasız bakış

bazen anlamlı, bazen de duyarsız bakar insanoğlu.. bazen karışır tüm düşünceler bakışların gerisinde..

güneşle sohbet

umursamadı dünyadı, güneşle dertleşti, paylaştı içinden geçenleri.. gözlerini yumdu başladı anlatmaya ne varsa biriktirdiği dökülüverdi zihninin en derin dehlizlerinden..

dönüş

gülümseyerek döner yüzü, hayatı umursamaz edasıyla..

geminin balkonunda..

deniz yolculuğuyla birlikte engiz denizlere bakıp salınır saçları, dalgalarım hışmıyla esen rüzgar yoldaşı olur zülüflerinin..,

6 Ağustos 2007

ailenin reisi kimdir?

Sosyal hayatın getirdiği eşitliğin ardından kadınlarda artık iş hayatının içerisinde erkekler kadar varlar. Evde de artık aile reisliği kadınlara doğru kaymaya yüz tutuyor. Bu davranış eşitliğine, Amerika'da yapılan bir araştırma fiziksel bir boyut da kazandırıyor. Buna göre, kadınların boy ortalaması gittikçe uzuyor. Buna karşılık erkeklerin kas yapısı da zayıflıyor. yine İngiltere’de yapılan araştırmaya göre 23 sene sonra kadınlar ailenin reisi olacaklarmış. şimdi sorum şu!

aile reisliği nedir?

çocuklar üzerinde söz sahibi olup siyasi erki elinde bulunduran aile reisidir. söz gelişi evde bir ihtilal yaşandı kadın ve erkek çığlıklar atıyor. ardından çocuklar baba yapma ne olur derse iktidar kadına geçmiştir tam tersi tepkiyi anneye gösterirse güç artık adamdadır. yine aile içinde siyasi baskısı üst aile desteği revaçta olan, acil durumlarda kaçıp gideceği bağımsızlığını ilan edebileceği bir yeri olan reisliğe aday kimsedir.

görevleri nelerdir?

-aile reisi temizliği denetler herhangi bir toz kitlesi gördüğünde bunu eşinin yüzüne vurur.
-aile reisi sofra kurmaz, sofrası daime önüne gelir.
-tv kumandası aile reisinin kontrolü altındadır, elletmez ve onun yayın akışı resmi yayın akışıdır o evde.
-aile reisi hiçbir zaman eşinden önce uyanmaz.
-wc, banyo bilumum ihtiyaçları gidermede öncelik sırasına sahiptir.
-sesi en gür çıkarma yetkisine sahiptir.
-kapı, telefon vs. çalınca asla açmaz.
-reis yorganın ve yatığın büyük kısmını kullanma hakkına sahiptir.
-kıyafetlerini evin her yerinde çıkarıp bırakabilir ve toplamaz.

bir reis yemini olsa nasıl yemin edilirdi?

iyi günde kötü günde ailemi idare edeceğime, pazar temizliğinde ayaklarımın altının özellikle süpürge makinesi ile taciz edilip temizlenmesine rağmen ses çıkarmayacağıma, kapıyı çaldığımda kapıda bekletilmeme rağmen sinirimi evin içerisine saklayacağıma, çocukların kaçıncı sınıfta okuduklarını bileceğime, evin temizlik,gıda tüm ihtiyaçlarını karşılayacağıma, ekonomik çöküntü halinde yetkimi iade edip kaçmayacağıma,

aile reisi yetkisini nereden alır?

bu yetkiyi; tabiatın ona bahşettiği psikolojik baskıları, adale katsayısını, ekonomik katkısını, tartışma ve münazara sanatına hakimiyetini, ikna kabiliyetini vs. kullanarak icra eder ve bu yetki paylaşıma açık değildir.

atamayı kim gerçekleştirir?

aile reisliği kadro sıkıntısı nedeniyle reis olan şahıs, bizzat kendi gerçekleştirir. velev ki evde büyük çocuk var ise onun da icazetine başvurulabilir. yok eğer ailede genel bir karşı tavır var ise reisin kapının önünde kalması an meselesidir.

aile reisliğine başvuru için gerekli evraklar nelerdir?

-uzun bir dil
-güçlü bir bilek
-cin fikir
-yüklü hesap bakiyesi
-kariyer

özetle ailenin reisliği bir ayrıcalık değil bir sorumluluktur.

1 Ağustos 2007

topkapı sarayı 1

istanbul fethedilmiştir Fatih Sultan Mehmed artık burayı imparatorluğun merkezi haline getirmeği düşünmektedir. bu işi bizansın da gözde mekanı Sarayburnun'da gerçekleştirir. Görkemli Ayasofya’nın arkasında 3. Ahmet’in sanatçı ruhuyla ve kendi hat sanatıyla bezenmiş çeşmeyi geçince o büyülü atmosferin girişini görmekteyiz. Topkapı Sarayı, Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç arasında tarihsel İstanbul yarımadasının ucundaki Sarayburnu’nda Bizans akropolü üzerinde inşa edilmiştir. Öncesinde beyazıt’da bulunan saray-ı cedid, buraya taşınınca buranın adı saray-ı cedid, eski yerin adı ise saray-ı atik olarak anılmaya başlanmıştır. Fatih Sultan Mehmed tarafından 1478’de yaptırılan Topkapı Sarayı, Sultan Abdülmecid’in Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmasına kadar yaklaşık 380 sene Devletin idare merkezi ve Osmanlı sultanlarının resmi ikametgahı olmuştur. Saray, kara tarafından Fatih’in yaptırdığı Sûr-ı Sultâni, deniz yönünden ise Bizans surları ile şehir merkezinden ayrılmaktadır.

Topkapı Sarayı’nın üç ana kapısı vardır. Bunlar sırasıyla bab-ı hümayun, bab-üs selam ve bab-üs saade’dir. Sur-i sultani üzerinde tüm ihtişamıyla duran bab-ı hümayun, sarayın girişinin sağlandığı ana kapıdır buraya saltanat kapısı da denilmektedir.

Kapının sağ ve solunda mermer kitabeler bulunmaktadır. Sağdakinde “Essultan zıllullh-ı Fil ard “yazar. Manası “sultan, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir” solundaki kitabede ise; “ye’vi ileyhi külli mazlumin” yazmaktadır. Bunun manasi ise “kim bir zulme uğrarsa bu kapıya gelsin” şeklindedir. Bu yazılar Osmanlı adalet ve saltanat anlayışı açısından son derece önemlidir.

Bu kapının hemen üzerinde 1866 yılında çıkan bir yangından dolayı günümüze ulaşmayan, Fatih Sultan Mehmed’in kendisi için yaptırdığı köşk biçiminde küçük bir daire bulunmaktaydı. Bu kat, Beytül mâl (Kapı arası hazinesi) olarak kullanılmıştır. Padişahın hizmetindekilerden vefat edenler ile varissiz ölen kişilerin malvarlığının Sultan hazinesine alınması sistemi olan Muhallefat Sisteminin işlediği yerdir aynı zamanda. Sultan Hazinesine alınmayan emtianın yedi sene emanete alındığı yer olarak kullanılmıştır. Ama günümüzde artık bu yapı bulunmamaktadır.

Çınar ağaçlarının gölgesinde tarihin kokusunun sindiğini her adımda hissettiğiniz sarayın birinci avlusundayız. Bâb-ı Hümâyûn ile girilen 1. avlu, halkın belirli günlerde girebildiği ve devletle olan ilişkilerini yürüttüğü bir merkez niteliğindeydi. Devlet erkanının atla girebildiği tek alan ve Saray bütünlüğü açısından 2. derecede öneme haiz yapılardan meydana gelmekteydi.

Bâb-ı Hümâyûn’u Bâb-üs Selâm’a bağlayan 300 metre uzunluğundaki ağaçların gölgesiyle belirginleşen yol, sultanların Cülus yani tahta çıkma merasimlerini sahne olmuştur. Ayrıca sefer alaylarının ve Cuma Selamlıklarının ihtişamlı geçişlerinin de sağlandığı yer burasıdır. Cuma selamlığı; saltanat merasimleri ve halk ile hükümdar ilişkileri açısından son derece önemliydi. Belirli günlerde ve önceden belirlenmiş bir camide halka açık olarak bu merasim yapılırdı. Müslüman, gayrimüslim ve yabancı halk dahil olmak üzere herkesin bu merasimde şikayetlerini doğrudan doğruya padişaha iletme imkanı vardı.

Meydan içerisinde bulunan Aya İrini Kilisesi, Fatih Sultan Mehmet zamanında cebehane olarak kullanılmıştır ve günümüze ulaşan nadir yapılardandır. Yine darphane, kimyahane ve cellat çeşmesi de bu avlu içerisinde yer almaktadır. Para darplarının yapıldığı darphanelerde 17. yy. ortalarına doğru Avrupa’dan gelen ayarı düşük guruşlardan akçe kesilmesi sonucu darphanelerin kârları azalmış ve zarar eden bir kurum halini almıştır. Sadece İstanbul darphanesi bile padişah ve ailesinin cep harçlığını karşılayacak ölçüde para basmıştır.

Cellat çeşmesi, 2. Abdülhamit zamanında sarayın 2. kapısına yakın yerde duvar dibine taşınmıştır. Zamanında cellatlardan birinin kılıcını bu çeşmede yıkadığını gören saray halkı, buradan su içmez olmuş ve adı cellat çeşmesi olarak kalmıştır. Cellatlar makbul insanlar değildi, mezar taşlarında isimleri dahi yazmazdı. Divanı hümayun’da davaların süratle sonuçlanması, cezaların ertelenmeden uygulanması ve divanda alınan ölüm kararlarının hükümdar tarafından onaylanması sonucunda cellat çeşmesi önünde infaz gerçekleştirilirdi.

I.Avluyu II.Avluya bağlayan ve en yaygın ismi Orta Kapı olan yapının 1. avluya bakan kısmı üstünde celi hatla “Kelime-i Tevhid yazmaktadır. Osmanlı saltanatının gücünü inancından aldığını gösteren bu hat aynı zamanda İslam’ın düsturu olan cihadı ve tek Allah inancını dünyaya duyurma görevini hatırlatması açısından son derece önemlidir.

Yüksek rütbeli devlet adamlarının tutuklandıkları ve boğdurularak idam edildikleri “kapı aralığı” denilen yer de burasıdır.

Kapının II. Avluya bakan kısmında bulunan revağın sağ ve sol yanları birer seki ile yükseltilmiştir. Divan toplantıları sırasında Osmanlı ordusunun iki güçlü sınıfının üst düzey temsilcileri kendi divanlarını burada kurardı. Girişe göre sağ tarafta, yüksek rütbeli yeniçerilerle, Yeniçeri ağası; sol tarafta ise Sipahi ağaları otururdu. Yeniçeriler merkez teşkilatının en yüksek rütbeli askeri zabitiydi. İstanbul’un güvenliğinin sağlanması, yangınların söndürülmesi Yeniçeri Ağası’nın göreviydi. Ocak işleri ile ilgili davaları görmek için “ağa divanı” adıyla divan toplardı. Sıpahi ordusu da Osmanlının en kalabalık ordusuydu ve tımar sistemi ile gelirleri sağlanırdı. Yani maaş karşılığı toprak verilirdi. Bu uygulama ile toprak gelirlerinin artması da temin edilirdi. Orta kapı diğer adıyla Bab-üs Selam’ın bu revakları, Divan toplantısından erken çıkan Anadolu ve Rumeli Kazaskerlerinin bazı davaları hallettikleri açık mekanlar olarak da kullanılmıştır.


devlet ve saray yönetimi ile ilgili yapılarının yer aldığı 2. avuluya Divan meydanı veya Adalet meydanı denilmekte idi.

Selam kapısından girişte üç ana yol vardır. Tam karşıya gelen yolun adı Servili yol yani Padişah yoludur. Bu yolu Padişahlar kullanırdı. Sağ tarafa giden yol ise Matbahlar yolu idi. Bu yoldan Mutfaklara gidilirdi. Sol ileri yol ise Divan yolu idi. Divan toplantılarına bu yoldan gidilirdi. Bu yolun sağ kenarında yerden 60 cm. yüksekte, aralıklı duran üç taş vardır. Bu taşlara SELAM taşı denir. Kapıdan girişte ilk taşta, Divan üyesi sivil bakanlar selamlama yapar. İkinci taşta Divan üyesi Paşalar, son taşta ise Sadrazam selamlama yapardı. Bu taşların hizasına gelince, Refakatçilik yapan Babüssaade Ağası, elindeki gümüş bastonu üç defa yere vurarak selamlamayı hatırlatırdı.

Önemli savaşlarda bulunan, yaşı ilerlemiş, zorluk çeken bazı divan üyelerine padişah tarafından, ikinci avluya atla geçebilmesi için özel izin verilirdi
79 yaşında vezir olan Kanije kahramanı olarak da bilinen Tiryaki Hasan Paşa, at izni olmasına rağmen bab-üs selam kapısından iki görevlinin yardımıyla yaya girmişti. Vezirler selam taşına geldiğinde selamlamaya başlayınca, yanındaki görevliler kulağına “Efendim sultanımız rahatsızlığınız sebebiyle selamlamadan sizi muaf tuttu.“ dediklerinde, onlarının elinden kollarını çekerek, ”Bre devletimi selamdan beni kim alıkoyar.“ diye kızmış ve zor teskin edilmişti.

Babüssaade ağası ve darüssaade ağası sarayın en yetkili iki kişisiydi. Bunlara akağa ve karaağa da denilirdi. Babüssaade ağası babüssaade’nin, darüssaade ağası ise haremin amiri idi. Kara ağa denmesinin sebebi ise saraya zenci köle olarak alınan biri lalaya el öptürülerek çeşitli görevlerden sonra bu payeye ulaşmasından dolayıydı.

Osmanlı adaletinin uygulandığı merkez olan divanı hümayun, merkez teşkilatının kalbinin attığı yer niteliğindeydi. Kararların alındığı nihai merkez burasıydı ve verilen hükümler padişah tarafından onaylandıktan sonra asla değiştirilemezdi. İslam dünyasında ilk divan Hz. Ömer zamanında kurulmuştur ve Emevi’ler zamanında divan üye sayısı arttırılıp daha da gelişmiştir. Osmanlı da ise divan en ihtişamlı dönemini Fatih sultan Mehmet zamanında kazanmış olup yapısal olarak da Kanuni döneminde bugün ki şeklini almıştır. Divan-ı hümayun üç kubbeden oluşmaktadır.
Avlu tarafındaki kubbeli ilk mekan Divan-ı Hümâyundur. Bu odaya geniş bir açıklıkla bağlı olan diğer mekan ise Divan-ı Hümâyûn Kalemidir. Bu mekana küçük bir kapı ile açılan en sondaki kubbeli oda ise Defterhanedir.

Kubbealtı, Divan-ı Hümâyûn’un ana toplantı yeridir. 3 m kadar yükseklikte bulunan, demir parmaklıklı Kafes-i Müşebbek denilen pencere ardından padişahlar Divan-ı Hümâyûn çalışmalarını dinlerlerdi. Divanın asli üyesi erkanı arba yani dört rüknü olan vezirler, defterdar, nişancı ve kazaskerler muhakkak bu toplantıya iştirak ederdi. Fatih sultan Mehmet döneminde halktan birinin şikayetini iletmek üzere herhangi bir görevliyi görüp padişah hanginizdir deyip padişahı herhangi birini sorar gibi araması, devlete olan saygıyı yitireceğinden artık padişahların kafes arkasından toplantıyı takip etmesi hükme bağlanmıştır. Sabah namazını Ayasofya Camii’nde kılan divanı hümayun yetkilileri, toplantı yapmak üzere kubbealtı’na gelirlerdi. En son sadrazam büyük bir törenle saraya giriş yapar babüssaade kapısında önüne gelince selamlama yapardı. Bu devlete olan saygıyı niteleyen sembolik bir eylemdi. Ardında öğle yemeğine kadar devletin harici, dahili, hukuki ihtilaflar, halkın meseleleri gibi çeşitli konular karara bağlanırdı. Eğer padişah yanlış bir karar alındığını düşünürse kafes arkasından bastonla kafese vurur ve o ana kadar alınan tüm kararlar iptal olunurdu. Bundan sonra ise divan üyeleri, Padişah’a durumu rapor etmek üzere arz odasına bir nevi hesap vermeye giderdi. Kafes arkası denilen yer harem ile bağlantılıdır ve oradan bir geçit ile haremin dibindeki kubbealtı’na yani divan-ı hümayun toplantılarının yapıldığı yere ulaşılırdı. Öğlene kadar süren divan toplantılarının ardından akşam güneş batıncaya kadar her divan üyesi kendi divanında kendi konusuyla ilgili konuları tartışır ve meselelerin çözümünü sağlardı. Toplantı günleri ilk zamanlar her gün iken zamanla cumartesi Pazar, pazartesi, Salı günleri yapılır olmuş ve arz günleri ise iki güne inmiştir. Daha sonraları 2 güne inen toplantılar son dönemlerde üç ayda bir ulufe dağıtım günlerine denk gelecek şekilde yapılan sembolik bir anlam kazanmıştır. Bu mekanda ayrıca padişah kızlarının nikah törenleri de yapılır ve yabancı devlet elçileri ağırlanırdı. Yine toplantı sonrası öğle yemeği de burada yenilirdi.

Padişahların divan toplantılarını dinledikleri Adalet Kasrı Fatih Sultan Mehmed döneminde bağımsız kule şeklinde inşa ettirilmişti. Adalet kulesi denen bu yüksek yapı, Osmanlı Devleti’nin adaleti her şeyin üzerinde tuttuğunu ifade eden sembolik bir anlamı içermektedir. Osmanlı’nın adalet anlayışı “daire-i adalet” denen düstura dayanmaktaydı. Bunun açılımı “devlet askersiz olmaz, asker para ister, para yani hazine ise vergi ister, vergi halk ister, halk adalet ister. Adaleti sağlayacak olan ise devlettir” şeklindeydi.

Simgesel özelliği nedeniyle sarayın en önemli kapısı Bâb-üs Saade’dir. Divan meydanı ile Enderûn okulunun ve padişah dairelerinin yer aldığı III. Avluya arasında geçişi sağlayan bu kapı, Birun ile Enderûn’un bağlantı noktası olması nedeniyle sarayın birinci derece önemli bir yeridir.

Bâb-üs Saade kapısı; Arz Kapısı, Akağalar Kapısı olarak da anılmaktadır. Bab-üs saade'nin önünde bir de flama asma yeri bulunuyor. Burası Hz. Muhammed'in Sancağ-ı Şerif'inin asıldığı yerdir. Ordu sefere çıkacağı zaman sancak buraya çıkarılırdı. Bu sancağın asılması, yapılan seferlerin İslam adına yapıldığını, ordunun ise İslam ordusu olduğunu niteleyen bir anlamı içeriyordu.

Divan’ın toplantı günlerinde saraya törenle giren sadrazamın bu kapıyı selamlanması, bab-üs saade’nin Sultanın varlığını ve kudretini ifade eden sembolik bir anlam taşıdığını göstermektedir.

Bu kapı tahta çıkan Padişah’ların Biat merasimini yaptığı, bayram tebriklerini kabul ettiği, vefat eden Padişah’ların cenazesiyle vedalaşmanın yapıldığı yerdi.

Bazen çok önemli ve acil hallerde, hemen karar verilmesi gereken durumlarda, Padişah bu kapı önünde Ayak Divanı yapardı. Ayak divanında Padişah bu kapı önünde tahtına oturur geri kalan bütün devlet görevlileri ve yetkilileri ayakta dururdu.Yine Osmanlı’nın güçsüzleştiği son dönemlerinde baş kaldıran zorbalar, Padişah’a taleplerini bu kapı önünde bildirirlerdi.

bab-üs saade kapısından 3. avlu olan Enderun avlusuna geçilmektedir. Avlunun ortasında arz odası bulunmaktadır. sarayın ortasındaki konumuyla da Osmanlı merkeziyetçiliğinin sembolüdür. Bu avlu, Enderun mektebiyle ilgili olan koğuşlar, Camii, hamam, kütüphane gibi yapılardan oluşmuştur.

3. avludan sonra gelen son avluya sofa-ı hümayun denilir.
Teras 17. yy. ilk yarısında Sultan IV. Murad ve Sultan İbrahim döneminde Haliç tarafına doğru genişletilerek ve yeni köşkler yapılarak günümüzdeki görünümünü kazanmıştır. Bu avludaki en meşhur köşkler revan, Bağdat ve sofa köşküdür.

üç günlük dünya

üç günlük dünya,
dün bitti, bugün varız, yarın meçhul..

hayat bu kadar kısa bu kadar basit.. bazen her şey anlamsızlaşır. gözümüzde büyütürüz nice nice değerler uydururuz kafamızda. kimimiz zenginliğine, kimimiz kariyerine, kimimiz güzelliğine, kimimiz gücüne kuvvetine, kimimiz hırsına, kimimiz didişmeye, kimimiz öfkesine, kimimiz çözemediğimiz dengesizliğine yenik düşer.

kafasında kurar hayatı, güvenir kendine değer olarak belirlediği ancak dünyanın kabuğunu dolduramayan anlamsızlıkları ve değersizlikleri şiar edinir.

Nispetiye’de oturur bir çocuk aklıyla zaman erirken göndermeler yapar şımarıklık edasıyla. kimin umurunda hayat akıp giderken gönderdiğim sitemler. hayat bitiyor ve ölüm en büyük göndermeyi yapıyor tek tek yaşam üyelerine..

her şey anlamsız başlıyor anlamsız bitiyor. anlamsızlıkları çözmeğe çalışırken bir anlam dahi yüklenemeden gidiyoruz..

sevgi filizi ekemiyoruz yüreğimize, hayatın en büyük anlamı sevgiyken yitiriyoruz elimizden.. yazıklar okuyoruz yazıklar getiriyoruz ardından gidenleri. yazık olurken zamana, amansız bir ölüm hastalığına hepimiz duçar olmuşken yine de en ince dalından tutunuyoruz hayatın keşmekeşine.

yüzümüzdeki çizgiler simamızı karalarken, saçımızdaki beyazları karizma örtüsü diye yamadık kelimize. ama hayat yemedi bunu ayaklarımız tökezlemeye başlayınca kuyucuklara takılınca topuklarımız belimize kadar bir çukura düştüğümüzü çok geç anladık yada hiç anlamadık..

giden soluklar hala dönüyorsa hiç bir şey için geç değil, hayata sevgi gözüyle bakabilecek yüreği büyütmeğe başlamalı insan. “Sevgiyle, sevmekle başlayacak her şey” farkındalığında bakabilen gözler çoğaldıkça aydınlanacak sevgi dolu bakışların selamlığında gök kubbe.