17 Nisan 2007

felsefe ve inanç

yaşam içerisindeki her şey denge içerisine oturtulmuş ne bir adım inanca yakın ne de bir adım tesadüflere.. ortada kalan insanoğlu varolduğundan beri bunu düşünmüştür. işe başlangıcın ve evrenin ana unsurları tespit etmekle girişmiş. Thales evrenin ana maddesi su, Anaximandros ise Aperon (sınırsızlık sonsuzluk), Anaximenes ise ilk neden sıcak nefes (Arkhepsuke) demiştir. bununla da kalmamış kimisi fizik kurallarına dayandırmak istercesine ilk neden sayılardır (Pythagoras) demiştir. bazen ilk neden gördüğümüz ana maddeleri sıralayarak ateş, hava, su, toprak (Empedokles) demiştir. ardından anaxagoras gibi filozoflar da sperm atarlar yada tohumları varlığın başlangıcı olarak görmüştür. ta ki Demokritos'un atomları keşfetmesine kadar bütün bu savlar, tabiat felsefesinin temelini atmıştır.

sonrasında yaratılışı keşfeden varlığın nedenlerini arayan insanı, ölüm korkusu sarmıştır. ölüm biz hayatta varken gelmediğine, geldiğinde de biz hayatta olmayacağımıza göre korkmaya gerek yoktur (Epikür) gibi vicdanını rahatlatmaya çalışanlar olmuş ve bu evrensel kabul görmüş kaçamak cevaplardan biri olmuştur. bazıları da hayatı biraz daha irdelemiş elinde olan ve olmayanları niteleyip ona göre davranmalı diyerek hayata anlam katmaya çalışmıştır (Epiktetos). batıda ilk kez bir ilahi dinin habercisi niteliğinde olan Sokrat ise nefsini bilen rabbini bilir diyerek bütün bu gelişimlere çok farklı bir açıdan bakmıştır.

hayatın merkezinde insan vardır ister istemez onun çıkarımları ortak duygulara hitap edince genel kabul görüyor. insan her şeyin ölçüsüdür (Protogoras). bütün çözümler insanın zihninde şekillenecektir. din bilgisi mutlak bir bilgi olduğu için tartışılması imkansızdır. iman edersin ondan sonrası iman ettiğin yada kalbinle tasdik ettiğin dinin ritüellerini uygulamaktır. felsefede ise insanlar sonuca ulaşma gayesi olmadan yorum getirir anlamaya çalışır. onun için felsefi gelişimleri insanın düşünce ve amaca ulaşma tefekkürünü anlamak açısından faydalı buluyorum.

hepimizin bildiği gibi ilk medeniyetler Sümerler kainatın ilk oluşumu su demişler ve suyu kutsal kılmışlardır. belki de yaşamsal öneminden dolayı suyu gözlerinde büyütmüşlerdir. Mısırlılar inanışı firavunların gölgesinde şekillendirmiş ruhu geçişler silsilesine dayandırmışlardır. hayata tenasüh penceresinden bakmışlardır. Hintliler varlıkların toprak, su, hava, ateş nedenine dayandırmış. Brahmanizm'de insanlar zamanla kendisini eğiterek tenasühün dışına alıp nirvanaya erip kurtulur denmiştir. iranlılar iyi kötü kavgası vardır ve bir gün iyilik galip gelecektir der. inancının merkezinde herşeye hayat veren (ahura mazda) vardır derler. çinliler ise dünyayı akla dayandırırlar (Tao) ama bu akılla da bereket sağlamak için insanları kurban etmekten de geri durmazlardı. bu inancın temeli de aslına bakarsanız Konfüçyus’a dayanır.

Sokrat erdemlilikte, Platon ideallerde, Aristo mantıkla hayatı yorumlayıp anlamlandırmaya çalışmış ve bu Helenistik dönemde bu düşünceler bambaşka bir kulvara girmeye başlamıştır. Roma felsefesinde Epikürcülük doğruyu duyumlara dayandırmıştır. varlığı algılananlar vardır demişlerdir. ölüm gelince de boşluk ve atomlardan oluşan insanın beden kabından ruh evrene saçılır demiştir. ruhun sükunetini korkulardan arındırmakta aramışlardır.

Stoacılar doğayla uyumlu olmayı inançlarının esasına dayandırmış, ispat etmek yerine sarsılmaz kanaatler yerleştirmeyi benimsemişlerdir. daha sonra Epiktetos bu düşünceyi daha da sertleştirecektir. Seneca ise ölümü gerçek hayatın başlangıcı olarak ele alır. genel olarak roma felsefesinde eleştiriye kapanma, otoriteye bağlanma, dine ritüellere sarılma, varolan görüşleri koruma eğilimi vardır.

tüm bu düşüncelerin temeli maddecilik (materyalizm) ve ilahi (vahiy) ayrımına ulaşmıştır. nedensellik zincirini yaratılışın dışında arayanlar veya bunu ilk neden Tanrı'ya dayandıranlar olmuştur. şimdi şu tercihler var ki ya inancı askıya alacaksın yaşamı dünyadan ibaret tutacaksın, hayatı birtakım kriterlere (haz, erdemlilik, faydacılık vs.) ile anlamlandıracaksın ve ölümle birlikte bu defter kapanacak. ya da tüm düzenin veya varlık kurgusunu tesadüflerden sıyırıp ilahi nedene yani Yaratıcıya dayandırıp onun terbiye kurallarını kabul edeceksin. tabi bundan sonraki kısımda da Yaratıcı yaratır ama insanlara karışmaz demek mükemmelliğin nişanesine aykırı olur. yani aradan sıyrılıp iki durumu kurtarmak ve inancın gölgesinde materyalizm gibi bir düşünce oluyor ki hiç de elle tutulacak yanı yok bunun. inancı olan insanlarda niteliğini bilmediği iyi ve kötü sonuç var. Şunu anti parantez olarak söyleyeyim zaten inananlar, cennet yada cehennem için değil, Yaratıcının rızası cennette olduğu için cenneti ister, hoşnutsuzluğu cehennem olduğu için orda olmak istemezler. yani kör bir pazarlık gibi cennet için çalışma eylemi değildir. böyle düşünmek inançlı insanları zedeler. Sonuç olarak tercih ve tercihlerin yükümlülüğü insanın vicdanına kalıyor. İnanmak her zaman bir artı olarak, evrenle uyumlu bir yol olarak, ruhu sükuna erdiren davranış biçimi olarak önümüzde durmaktadır.

16 Nisan 2007

dost çilesi ve nazı!

hani ruh hallerimiz bir dalga furyasına uğrar da ritimsiz sarsılmaya başlar duygularımız.. ve yansıtırız içimizden esen deli yelleri önümüze kattığımız dost çemberinin üstüne. kimi verdiği değerin artık kıymetsiz metaya döndüğünü göremeden sönüp gider etrafımızdan. kimi direnir bu soğuk rüzgarların tüm hışmına, kahrına ve çorak kalmış tepkileri bir kurtarma umuduyla.. bazen de banane bencilliğiyle yerer, yerden yere vurup döneriz emek harcıyla tutunmuş dostluğa..

hiç hak etmediğin hakaretleri, sitemleri, talihsizlikleri; dost bildiğin bir dilin ucundan fırlayıp dimağına saplanması kadar sancıyan bir durum yok gibidir...

sert ve ürkek bakışlarını harmanlayıp güvensizlik ve sarsılmışlıkla bakışlarını sana yollarken içini acıtır her şuası. bazen sevgi oluklarını akıtıp varolmanın en mutlu anlarına ev sahipliği eden minik yüreği hışımla püskürür savunmasızlığının ve acziyetinin ardına sığınır, korku dolu hatıralarla korkutmak ister hasmını..

tüm bu karmaşadan bir hayat tablosu çıkar renklendirir iniş ve çıkışlar silsilesini..

güneşin ışıltısını yaprakların loşluğu altından almaya çalışırken duyguların gökyüzünün tonlarıyla birlikte yumuşamaya yüz tutar. kalbinde buz parçacıkları çözüldükçe daha çok pişmanlık duyarsın hışmının verdiği hasarla yürek acısıyla..

ve bir zaman sonra pişmanlık bir ok gibi saplanır güneşine, kararır bir günün baharı daha..

gönül tellerine vurmaya başlarsın ağlamaklı bir el ayasıyla.. dinlersin, dinletirsin en hazin türkülerini ve savunursun sözlerinle harmanladığın gönül ezgileri.. bir dostluk türküsüdür tutturursun belki tutunur umuduyla yarım kalan, ömür payesine bile yetemeyen mutluluklar için..

ya emek verip dostunun büyülenmiş, kör olmuş duygularının buhranlı bulutlarının dağılmasına, sevgi dolu yüreğinin sevgi huzmelerini yüreğine akıtmasına zaman vereceksin ve sahip çıkacaksın dostluğuna..

ya da bir güzellik abidesinin enkazı altında ezilip, debelenip, veryasın edip çekip gideceksin, kaçacaksın geçmişine konulmuş korkaklık çentiğiyle bir sayfaya daha karartacaksın.. ruhuna çöreklenmiş kasvetlerle alıp başını savrulacaksın yeni başlangıçlara..
karar senin..

emirgan'da anlamlı bakışlar 2


anlamlı bakışlar zülüflerin arasında parıldar emirgan korusunda. hayat yine devinir en ücra duyguların üzerinde..

emirgan'da anlamlı bakışlar


ürkekçe durur, masumca süzer bakışlarını. anımsar yüreğinin ardına gizlenmiş sevdalarını.. anlam kazanır her baktığı, anlama doyar yaptığı işler..

emirgan korusu


laleyla yatar laleyla uyanır emirgan korusu. yüreğinden atar lalesiz geçen günlerin korkusunu..

lale konseri


duygular lalelere karışır, renk renk dağılır kokusu dinleyenlerin üzerine.. istanbul'da lale zamanı alır bizi bizden bilmediğimiz zamanlara..

gitarcının türküsü


gönül tellerine vurmaya başlarsın ağlamaklı bir el ayasıyla.. dinlersin, dinletirsin en hazin türkülerini ve savunursun sözlerinle harmanladığın gönül ezgileri.. bir dostluk türküsüdür tutturursun belki tutunur umuduyla yarım kalan, ömür payesine bile yetemeyen mutluluklar için.. bazen de banane bencilliğiyle yerer, yerden yere vurup dönersin emek harcıyla tutunmuş dostluğa..

yapraktan çardak


güneşin ışıltısını yaprakların loşluğu altından almaya çalışırken duygularında gökyüzünün tonlarıyla birlikte yumuşamaya yüz tutar. kalbinde çözüldükçe buz parçacıkları daha çok pişmanlık duyar hışmının verdiği hasarla yürek acısı. ve bir zaman sonra pişmanlık bir ok gibi saplanır güneşine, kararır bir günün baharı daha..

sertlik ve ürkeklik


sert ve ürkek bakışlarını harmanlayıp güvensizlik ve sarsılmışlıkla bakışlarını sana yollarken içini acıtır her şuası. bazen sevgi oluklarını akıtıp varolmanın en mutlu anlarına ev sahipliği eder minik yüreği bazen hışımla püskürür savunmasızlığının ve acziyetinin ardına sığınır, korku dolu hatıralarla korkutmak ister hasmını.. tüm bu karmaşadan bir hayat tablosu çıkar renklendirir iniş ve çıkışlar silsilesini..

8 Nisan 2007

yaşam eğiktir

Düşlerimdeki ışıkla saçılırsın aydınlığa.. Bir doğum gerçekleşir, yıldızlardan kopan toz parçacıklarında bir hayat daha beden bulur..

Estikçe kum fırtınaları her bir kalbe saplanır acı tohumların, kanatır kanadıkça karışır bedenine balçıktan bir leke.. Hayat rüzgarı savurdukça bir o dağa bir bu dağa yalpalarım, soğuk terler tenimde paralanırken en çok kalbim sızlar hapis olunmuş kafesinde..

Gözlerim sislendi bana yabancı dillerde demlenen acı sözlerle, ellerin daha soğuktu değdiği yerlerde kanımı dondurdu bana biçtiğin anlamsız payelerle..Yaralı bir kuş gibi çırpındıkça yükseldim acımasızlık hanesinde çentiklenmiş kaf dağının ucuna.. Her çırpınışımda bir göz yaşım damladı kahrolmuş yüreklere.. Her baktığım mısra müsavi oldu dilinin terazisinde..

İçime işledi, terennümleri yankılandı kulaklarımın perdesinde.. Bugün doğum günüm yine yalnızların yalnızıyım, avazım çıksa da dinlerim bana vaaz ettiğin tüm sitemlerini. Ayazlarda üşürüm yine de anlarda çaresiz bırakmam ruhumu, ömrümün en hırçın deminde benliğime sapladığın hançeri bükerim zalimlerin habis bedenlerine..

Öfkelerim birikti umman oldu dehlizimde.. densizlik tav oldu yelkovanın işaret ettiği zamanlarda nedenini bilmediğim bir yavanlıkla.. Rayına oturduğunu sandığım hayatta rayından çıktı bir şeyler, öğütmeye başladı yine içimi, yoldan çıkmanın verdiği hışımla koskoca boşluklarda debelendiğimi anladım..

Bir güneş doğup ufkumda parıldadığında batışındaki tonları anımsarım.. Şafaklar tanyerini kovalarken ,doğar umut topu gibi güneşler, nur topu gibi yeni hayatlarla birlikte..

Ne kaldı elde! Hayat bu kadar basit bu kadar çıkmaz yoldur aslı astarında.. Dizlerini dimdik ayakta tutmaya çabalarken bu düşüşü hiç hesaba katmamıştır, bedenlerde gizlenen düşünceler..

Hayat başlarken iki yol vardır önünde; hoş bir seda bırakmak, yada umursamadan anlamsızlaşmak.. Bu yaşam döngüsünü büyüterek sana ileten önceki nesillerin terekesine minnetle bir şeyler katıp gelecek nesillere miras bırakır ve vedalaşırsın geçmişinle..

Yaşam bu kadar eğiktir büyüdükçe ufalacağın günleri hesaplar, doğarken ölümünün tohumunu ekersin devinen dünyaya.. Yürürken düşeceğini, sağlıklıyken hastalanacağını, gençken yaşlanacağını, sevenlerin varken yalnızlaşacağını bilirsin.. Terk edişler başlayınca yaşamı terk etmenin vakti geldiğinin idrakine varırsın..

Yaşam bu kadar eğiktir..

7 Nisan 2007

lale ve yavrusu


lale zamanı esti nisan ayının bereketiyle. yağmurlarla can buldu yaprakları.. tomurcukları yetişti annesinin ağuşuna, avucunu açıp yapraklarıyla sarmaladı baharın en tatlı demini..

2 Nisan 2007

2 nisan

2 Nisan’da otuz yaşındayım,
hayatın ne ortası ne de başındayım,
bahar geçti kışındayım,
tarihi bıraktım akışına..
koç burcunun sancağından,
salınıyor yüreğimdeki kancalar,
ucunda sallandıkça sancılar,
sarar ruhumu nicedir..
ömrümün baharında,
gönlümün ucu ağardı,
ağlarken gözlerim ardından,
yaşım otuza vardı..
kilitlendi hediye sandığım,
bitmez diye sandığım,
her açtığımda andığım,
bir düğümsün yaramda..
sarasım gelir gerisin geri,
otuzumda takılır yaş siperi,
başucumda ürperir bir peri,
nisan’da yeniden doğmuşum gibi..
zaman su gibi yılları içer,
ömür payesi otuzu biçer,
her şey bir gün gelip geçer,
ortasında uyandım düşlerimin..
yıllar bonkör mü bonkör,
içlerinden otuzum nankör,
hayallerim umutlarımdan da kör,
huzura doğru uzanırım ben..

1 Nisan 2007

Hayatım Roman


Hayatım Roman:)
güncellenmiş özgeçmiş (14/11/2005)
milattan sonra bir sayı dizesinde bin dokuz yüzlü model yaratık olarak dünyaya gelmişim. Miş'li geçmiş zamandan attılar bir yalan biz de yer gibi yaptık. Tek kaynağımızı esas alarak milat kabul ettim hayatımda bu tarihi. Yaşamım ilk zamanları çok zor geçti. Emekleme dönemleri ve altını değiştirme zorluğu epey hırpaladı hatta onurumu zedeledi benim. İleriki zamanlarda bunu yüzüme vurarak sen kısa şortla dolaşıyorken, altını ıslatıyorken biz burada uzun şortla ve tertemiz çamaşırlarla fink atıyoruz diyenler çıktı. Doğduğum günü anlatmadım. Bir gece yarısı bülbüllerin şakıdığı, fırtınaların estiği, tabiatın hariçten gazel okuduğu (gayri resmi tarih) bir zamanda Nişantaşı diye uyduruk isim verilen bir mekanda beceriksiz bir gurup doktor ve hayatı boyunca hakarete maruz kalmış ebelerin eline doğdum. Öyle bir çocukmuşum ki yarabbi gören güzelliğimin ve zekamın inceliği karşısında bayılmış, bayılmayanlarda fenalık geçirerek diğer guruba ayak uydurmuş. Ve Ömer ilk isyanı başlatır, ağlama sesleri ile karışık bağırışlarla özgürlük mücadelesinde geri dönülmez bir kurşun atar. Sonracığıma zor günler gerilerde kalmıştır artık yürüyen kendi ayakları üstünde durabilen boyut olarak bodur ama işlevsel bir yaratık haline gelmişim.Artık resmi tarih resmen başlar:)

Hayat bu ya sonra mektep başlar, eline bir kalem bir de kokulu silgi verirler. Hade bakem yaz derler. Ulen ne öğrettinde yazayım dersin. Sonra ilk alkış patlar. Sınıfta eller havada uçuşur. O minik ellerin arasından kocaman bir el ayrılarak suratımın tam ortasına çarpar. Ve sınıfta patronun kim olduğu anlaşılır. Kalemi tutamayan ellerim daktilo gibi zırvalamaya başlar. O kalem ele yapıştı mı bittin artık demektir. Tek patronum olan örtmenimin diktatörlük dönemi beş sene sürer. Beş sene sonra oligarşik bir döneme geçiş sağlanır. Dertler ve patronlar bin parça olur. üç sene sonra darbeler yaşanır ve artık liseye geçerim. Lisede de ruhsal ve bedensel darbeler peşimi bırakmaz. Artık horoz gibi, tizle basların iç içe geçtiği, volumlerin ibreyi şaşırdığı bir ses tonum vardır. Bu dönemde büyük bir ustalıkla, getirdiğim zayıfları saklamayı başardım. Ne zamanki üniversite sınavları geldi o zaman kocaman bir kazık sakladığımın farkına vardım. O kazığın puanlara kattığı etki ile sendelesem de edebiyat fakültesine sızmayı başardım. Artık karıştıracağım, ortalığı birbirine katabileceğim bir yuva bulmuştum kendime. İlk başlarda Uzakdoğu spor sanatını kırkpınar güreşleri ile karıştırdığım için çok dayak yedim. Zamanla dayağını ve ekmeğini yediğim ustalar sayesinde borumuzu öttürmeyi başardım. Hızımı alamayıp üniversiteye kaçak kat çıkıp mastırımı tamamladım. Tam bu heyecanla zirveye varmıştım ki fakültedeki arkadaşlarım olm sakin ol birazdan bize nanik yapıp gönderecekler demesiyle şok oldum. Meğer mezuniyet gelmiş. Ve aldı mı beni bir telaş. Ne ideoloji, ne morfoloji, ne de sosyoloji kaldı. Birine kendimi yuttursam da bir yere kapak atsam ve iş bulsam diye düşünmeye başladım. Neyse medya da sazan çokmuş dediler gittim kendimi yutturdum onlara ve ilk görevimi aldım. Tabi bi nane bilmiyordum. Baktım anchormen denen zevata o zaman reha muhtar’ı gördüm. Ve bir güneş gibi parladı gözümde. Aman yarabbi o ne endam, o ne güzellik, o ne karizma…hele ki haberlerin içeriğindeki kalite beni bu işi kesin yapabileceğime ikna etti:) sonra inişli çıkışlı bir hayatta o medya senin bu medya benim dolaştım. Meğer hiçbiri benim değilmiş:) kapıyı gösterince anladım. Yine patronlar bize yolu gösterdi. Başka patronlar kucak açtı. O kadar sıkı sarıldılar ki ceplerimizde kalan son kuruşlar şakır şakır etrafa fırlamaya başladı. Kuruşlardan biri patronun gözüne girmiş olacak ki böylece yolculuk göründü bize. Velhasıl inişli çıkışlı hayatımın özeti böyle. O boşluk dönemlerinden bir gün, ya da işten kaytararak kotardığım zamanların birinde askere gittim. İlk gün nizamiyeye teslim oldum akşama kadar dikildim sonra bir araçla beni almaya geldiler. Ben sevinçle ön koltuğa oturdum ki araç komutanı zıpla ulen arkaya kafanı dağıtmayayım dedi ve olayın ciddiyeti bir hayli ürküttü beni:) simdi bana patates ve askerlik arasındaki mantıksal ilişkiyi anlattırmayın sayfalar dolar. Bunlar çok ulvi ve de zeka dolu bir yaşam tarzının insanlar üzerindeki tezahürünün sıra dışı yansımalarının oluşturduğu ışıkların fotoğraflara bıraktığı patlama etkisi gibi konulardır:)) bilmem anlatabildim mi:))

Askerden geriye kalan kalıntılarım ve enkaz üzerine yeni bir yaşam kurmaya karar verdim. Askerlik biter bitmez beni özleyen medya patronları şevkatli kollarını bana açtılar ve yinyan topu gibi öylece sürüklenmeye devam ettik..