20 Ocak 2007

ağaçların dilinden mazi

Nazım Hikmet, Gülhane Parkı’ndaki ceviz ağacının altında sevgilisi ile buluşmak üzere anlaşır. Buluşma günü Gülhane Parkı’na gider ve ağacın altında beklemeye başlar. Tam bu sırada polisler Gülhane’de devriye olarak gezmektedir. O dönemlerde Nazım Hikmet arananlar listesinin başında olduğundan, polislerden saklanmak için ceviz ağacının tepesine çıkıverir. Ağacın tepesindeyken sevgilisi gelir ve durumu bilmeden ağacın altında bekler uzunca bir vakit. Polisler orada olduğu için aşağıya seslenemez Nazım Hikmet. Ve bu satırlar dökülmeye başlar Nazım’ın dilinden:


Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda,
Budak budak, serham serham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda,
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril.
Koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var,
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.
Yapraklarım gözlerimdir. Şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda,
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.


Şimdi bu hikâyenin benim için önemli ikinci kısmını anlatayım sizlere. Gülhane Parkı’nda sadece bir adet ceviz ağacı vardır, onun dışındakiler hep çınar ağacıdır. Onun için Nazım ceviz ağacından bahsetmiştir. Benim çocukluğum, o ceviz ağacının altındaki o zamanın tarihi çay bahçesinde geçmişti. Belki hatırlayanlar vardır, havuzlu kuklalı çay bahçesini. Hemen hayvanat bahçesinin sağında yer alır. Bu şarkıyı da Cem Karaca, yurt dışında yasaklılık dönemi bitince gelmiş ve ilk konserinde okumuştu. Gülhane şenlikleri ve konserleri kapsamında bir organizasyon olmuştu ki, ilk kez Cem Karaca bu şarkıyı orada okudu. Onu da ilk dinleyenlerden olmanın keyfini yaşıyorum. O da özgürlüğünü bu mısralarla dile getirmişti. Tabi ardından nice yasaklılar ve düşünce suçluları orada sahne almıştı. 80’li yılların geçiş sancılarından nice fikirler meydana çıkmıştı. O zamanlar Uğur Mumcu’lar, Aziz Nesin’ler, Ömer Zülfü Livaneli’ler, Ahmet Kaya’lar popüler olmanın adımlarını atmaya başlamışlardı. Siyasi fikirlerin arenasıydı adeta. Ve bir zaman sonra “İstanbul’un 500 Projesi” adı altında haybeye gitti Gülhane. Çayırlık, meralık bir alanmış gibi, Topkapı Sarayı’nın bahçesi olan bu yer kökünden yok oldu. Ne tarihi misyonunu üstlendi, ne bir organizasyonun merkezi oldu. Siyasi gargaraya gelip mesire yeri hâline dönüştürüldü. Şimdilerde yıllarca duran akvaryumu, hayvanat bahçesi, tarihi çay bahçesi, kendine has parkları ve bahçe düzenlemeleri yok. O yetim kalmış ceviz ağacı hâlâ ağlıyor; gelen ve tarihine tanıklık edememiş nice ziyaretçileri adına...

Size bir sır daha vereyim: O da Gülhane Parkı’ndan çıkınca tam tramvay yolunun ortasında, bir koca gövdeli çınar vardır. O da tarihin ayrı bir tanığıdır. Bu çınara “Kanlı Çınar” adı verilir.

Bu çınar ilk kez Sultan İbrahim’in tahttan indirildiğinde gündeme gelmiştir. Sultan İbrahim’i tahttan indirmek isteyen isyancılar, Sadrazam Ahmed Paşa’yı yakalayıp asilerin yandaşı olan Vezir Sofu Mehmet Paşa’ya teslim etmişlerdir. Mehmet Paşa, önce Şehzadebaşı’ndaki konağında ağırlamış, akabinde Şeyhülislam fetvası ile idamını gerçekleştirmiştir. Ahmed Paşa tüm varlığını canı karşılığında Mehmed Paşa’ya vermesine rağmen, ölümünün önüne geçememiştir. Cellat Kara Ali ve diğer cellatlar, onu sürükleyerek konağın bodrumuna indirip kementle boğmuşlardır. Bunun ardından sadrazamın cesedi, bir ata bağlanarak sürüklene sürüklene Sultanahmet’teki bu çınarın altına bırakılmıştır. Yeniçeri kılığındaki bir asi, “Sadrazamın eti romatizmaya iyi gelir” diye vücudunu parçalamış. Bu acı olaydan dolayı, tarihte bu çınara “Kanlı Çınar”, sadrazama da “bin parça” anlamına gelen Hazerpare Ahmet Paşa ismi verilmiştir.

Kanlı Çınar’ın diğer hikâyesi ise Yeniçerilerin Girit Seferi dönüşü, dağıtımdan hisselerini alamamasından kaynaklanmaktadır. Kapıkulu ocaklarına benzer şekilde, ayarı düşük akçe verilmesi olayları ateşlemiş ve yeni bir isyan alevlenmiştir. At Meydanı’nda toplanarak saray kapılarına dayanan yeniçeriler ve kapıkulları, saraydan bazı kelleler istemişlerdir. Sultan IV. Mehmet başta karşı çıkmasına rağmen, ortalık iyice kontrolden çıkınca istenilen kişileri boğdurup saray dışına çıkarmıştır. Boğdurulanlar arasında Kızlar Ağası, Kapı Ağası, Mülki Kalfanın kocası Şaban Ağa var idi. Asiler bu ölülerin kesik başlarını çınarın dallarına asmışlardır. Buradaki saray görevlilerine ait başlar günlerce asılı kalmıştır. Bu olay tarihe “Vaka-i Vakvakiye” olarak geçmiştir.


Gûşu merihe erüp tantana-i câh ü celâl
Lerzenâk etti bu kavga gühü âfâkı
Oldu mahmur nice mest-müdâmı devlet
Câm-ı ikbâle ne tarh etti bilinmez sâkî
Bâğban-ı felek yine güzârı seyreyleyip
At Meydanı’na dikti şecere-i vakvâkı.

Görkem ve ihtişamın tantanası kulağa erişince,
Bu kavga gök kubbeyi titretti.
Devletin sürekli sarhoşları, sersemleşti.
Kaderin sunucusu kime ikbal kadehini uzattı, bilinmez.
Kaderin bahçıvanı bir kez daha dolaşarak
At Meydanı’na dikti o uğursuz Vakvak ağacını.


1826 yılında son Yeniçeri İsyanı bastırıldıktan sonra Yeniçeri Ocağı dağıtılmış ve boğdurulan yeniçeriler bu ağaçta sallandırılmıştır. Bu olay da Şecere-i Vakvakîn olarak tarihte yerini almıştır.

İzzet Molla bu hadiseyi manzum şekilde anlatmıştır:


Bir zaman ehli fitne Câmi-i Hân-ı Ahmed’de
Bîgünâh asmış iken kullarını Hallâkim
Şimdi erbâb-ı şekânın dökülüp kelleleri
Meyve vaktine yetiştik, şecere-i vakvakin.

Bir zamanlar fitne ehli, Hân-ı Ahmed Camii’nde
Suçsuz kullarını cellada astırmıştı.
Şimdi ise suç işleyenlerin başları dökülüyor,
Meyve zamanına geldik, Vakvak Ağacı meyve veriyor artık.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder