29 Aralık 2006

sigara

Bir sigara dumanında yaklaşık olarak 4000 kimyasal madde bulunmaktadır. Ve nikotin denilen madde insanı tehdit eden en büyük madde. Beyne nefes çektinten 10 sn sonra ulaşır ve olumsuz yönde etkiler.
Nikotin beyindeki yaşamın idamesini sağlayan merkezde dopamin artışına sebep olur. Bu merkez yemek, içmek, cinsellik vs işlevlerini ile ilgilidir. Sigara içildikten sonra duyulan haz ve doygunluk buradan geliyor. 43 maddesi ise direkt kansorejen madde ihtiva etmektedir.
Sigaranın insanlar üzerindeki dindirici, öfke azaltıcı ve dikkat toplayıcı özelliğinden dolayı insanların bırakması zor olmaktadır.
Damarların iç yapısını bozarak, kolesterol taşıyan lipoproteinleri ve estrojen düzeylerini azaltarak ve kan şekerini yükselterek kalp krizi riskini arttırır.
Kadınlık hormonlarından östrojeni azaltarak erken menopoza ve osteoporoza sebep olur. Kadının doğurganlığı azalır ve hamileyken düşük yapma riski artar. Gebelikte sigara içen kadınların çocukları düşük kilolu doğarlar, gelişmeleri yavaş seyreder ve öğrenme güçlükleri yaşarlar. dolayısıyla sadece kendilerine değil kendilerinden olan evlatlarına da zarar verirler.
Sigara kullanımının ciltte kırışıklıkların artmasına, tırnakların kolay kırılmasına sebep oldur.
Sigarayı bırakan kişinin yaşayacağı durumlar;
Sigara içme isteği, tatlı yemek isteği, güç kaybı, huzursuzluk, sinirlilik, uykusuzluk vs. bir kaç saat içerisinde başlayıp, bir iki sonra kaybolur. Açlık duygusu ve sigara eğilimi 6 ay veya daha çok sürebilir.
Sigarayı bırakan kişinin tad ve koku hissi artar, performansınız artar en önemlisi Sağlığınız yerinde olur.
Sigarayı bırakmanın 1 sene sonrasında kalp hastalığı riski % 50 azalır. 15 yıl sonra sigara kullanımından kaynaklanan ölüm riski ortadan kalkar. Sigara bıraktıktan sonra 5 kilo kadar alırsınız ama rejim yaparsanız sigarayı bırakmak oldukça güçleşir. Metabolizma sağlıklı çalıştığı için kilo alması doğaldır. Sağlığınıza kavuştuktan sonra aktif bir yaşamla kilolarınızdan kurtulabilirsiniz.

26 Aralık 2006

dil üzerine konuşalım!

Önce bir alıntıyı okuyalım:

TURK OSMAN ...

Gerçekten hos, acaba bizler ne kadar Osman Bey’e benziyoruz?

Vatandaş "Türk Osman"
Osman Bey, sabah saat 7.00’de Casio masa saatinin
alarmıyla gözlerini açtı. Puffy yorganını
kaldırdı.Hugo Boss pijamalarını çıkarıp Adidas
terliklerini giydi.WC’ye uğradıktan sonra banyoya
geçti. Clear şampuan ve Protex sabunuyla duşunu aldı.
Colgate ile dişlerini fırçaladı . Rowenta ile
saçlarını kuruttu. Bill’s gömleğini ve Pierre Cardin
takımını giydi. Lipton çayını içti.Sony televizyonda
> >medya özetlerini ve flash haberleri izledi.
Citizen kol saatine baktı. Aile fertlerine ’çav’
deyip Hyundai otomobiline bindi. Blaupunkt radyosunu
açarak, rock müziği buldu. Ağzına bir Polo seker attı
Şehrin göbeğindeki Mega Center’daki ofisine varınca,
Casper bilgisayarını çalıştırdı. Microsoft Excel’e
girdi. Ofisboy’dan Nescafe’sini istedi. Saat 10.00’a
doğru açlığını yatıştırmak için Grisini yedi. Öğlen
Wimpy’s Fast Food kafeteryaya gitti.
Ayaküstü, Coca Cola ve hamburgeri mideye indirdi.
Cemal sigarasını yakıp Star gazetesini karıştırdı.
Aksam-üzeri is çıkısı
Image Bar’a uğrayıp JB’sini
yudumladı, sonra kösedeki Shopping Center’a uğradı .
Esinin sipariş ettiği Persil Supra deterjan, Ace
çamaşır suyu, Palmolive şampuan, Gala tuvalet kağıdı ,
Sprite gazoz ve Johnson kolonyayı alarak kasaya
yanaştı.
Bonus kartıyla faturayı ödedi.Hafta sonu esi
Münevver’le Galleria’ya giden Osman Bey, Showroom’lar
dolaşıp Kinetix ayakkabı,Lee Cooper blue Jean satın
aldı.Aksam evde bir gazetenin verdiği TV Guide’a göz
atan Osman Bey,kanallar arasında zapping yaparak,
First Class, Top Secret, Paparazzi gibi programlar
izledi.Ayni anda
Outdoor dergisini karıştırdı. Saat
22.00’ye doğru Show’da Türk dili üzerine panel
başladı.
Uykusu gelen Osman Bey, televizyonu kapatıp yatak
odasına geçerken, kendini mutlu hissetti."Ne mutlu
Türk’üm diyene!" diye gerindi ve uyudu. Hala da
uyuyor.
---
benimde rahatsız olduğum bir mevzuu mailimde görünce sizlerle paylaşmak istedim. bazı zoraki cümleler kuruluyor yada tam tersi tüm edebi kurallardan yoksun lafızlar duyuyoruz. bir de bu kurulan cümlelerin farklı özellikleriyle ilgili araştırmayı sizinle paylaşmak isterim:

Sinanoglu.net ARGE Öbeği’nin yaptığı bir araştırma sonucunda ilginç veriler ortaya çıkmıştır:

Bulunduğu şirkette yada kurumda yönetim kademesinde bulunan kişiler arasında yapılan bir araştırmada aşağıdaki sonuçlar ortaya çıkmıştır.

Katılan kişilerin % 95’ inin anadili Türkçe’dir.
Bu kişilerden %80’ i orta yada iyi derecede yabancı dil bilmektedirler.
Yabancı dil bilenler arasında, iyi derecede bilenlerin oranı % 30’ dur.
Türkçe konuşurken araya yabancı dildeki kelimeleri katanların hepsi, az yada orta derecede yabancı dil bilenlerden oluşmaktadır.
Yabancı dili tam olarak konuşabilenler, her iki dilin kendine özgü kurallarına riayet ederek ve birbirine karıştırmadan kullanabilmektedirler.
Anadili yabancı bir dil olup, sonradan Türkçe’yi öğrenenlerin, ana dillerine Türkçe’den alıntı yapmadıkları görülmüştür.
Bu sonuçlardan çıkaracağımız fikre göre, yabancı dili iyi bilmeyenlerin farklı iki dili birbirine daha çok karıştırdığını görmekteyiz.
Özellikle Türkiye’de yabancı dillerden sözcük kullanma kültürünün çağdaşlıkla orantılı olduğu düşünülmesine karşın, AB üyesi ülkelerde bu durum böyle algılanmamaktadır.Daha çok dil bilen kişilerin, toplumda daha saygınlıkla karşılanmasına karşın, öğrendiği dilleri birbirine, özellikle de anadiline karıştırarak kullanan kişilerin beceriksiz yada cahil oldukları düşüncesi yaygındır.

Çevrenizde ve is yasaminizda size

’’senden feedback’ler istiyorum, ok?’’

diyen bir yöneticiniz varsa, ona bu araştırmayı göndermenizi tavsiye ederiz.
---

bizim hatamız sanırım dili belli ahenk içerisinde kullanmamamız. ya çok alakasız kelimelerle üstünkörü cümleler kuruyoruz. ya da abartılı bir şekilde yarısı İngilizce yarısı Türkçe kelimelerden oluşan ne olduğu belirsiz bir dil kullanıyoruz. bence Türkçe de çok sırıtmayacak şekilde karşılığı varsa kullanılmalı yoksa tabi ki keşfedenin koyduğu kelime alınmalı. misaller verecek olursak;

atıyorum yerine örneğin, mesela gibi kelimeler kullanılsa.
oha falan oldum yerine çok şaşırdım, dehşete düştüm kullanılsa.
back up yerine yedek, kopya kullanılsa.
off günüm yerine boş günüm, izinli günüm kullanılsa.

yani illaki demiyorum koyu Osmanlıca kullanalım ya da illaki İngilizce’den arı bir dil oluşturalım..benim anlatmak istediğim kasmadan düzeyli, ahenkli, özenli cümleler kurulsun. cümle içerisindeki kelimeler sırıtmasın ya da göze batmasın. önemli olan, bir duyguyu düşünceyi en iyi şekilde ifade edebilmek ise cümlede dikkat dağıtan ya da anlatılacak düşünceyi üzerinde taşıyamayan kelimeler elenmeli. en uygunu seçilmeli..tabi bu biraz zaman alacak mevzu..ama biraz gayretle menfi olan durum düzeltilebilir diye düşünüyorum.

altı asrı aşkın bir süre Arapça Farsça ve öz Türkçe’den oluşan uyumlu ve kendi içersinde kaidevi olan bir dil oluştu. bu dili bir süper güç (Osmanlı) kullandı. o süper güçte bizden farklı olan bir medeniyet değildi. dilin kaidevi olması çok önemli. bir dilin gelişimini kendi içerisinde sağlar, daha sistemli ihtiyaçları gidermeyi temin eder. bakınız ketebe bir Arapça köktür. ama Türkçe’ye gelen bu üçüzlü yani üç harften oluşan kelimeden sistematik olarak nasıl kelime türetilmiş. kalıplar ya da eski ifade ile bablar var. köke eklenen mezidun fih ekleme mastarlar bu kelimeyi çeşitli anlamlara sokar. ismi mekan diyelim. yani bir kökü mekan ismi haline getirmek için kullanılır. babı mef’al dir.ketebe yazma demektir bu bab da mektep olur. cülüs oturma demektir bu babda meclis olur örnekler böyle çoğalabilir. yani bizim kendimize uyarladığımız kurallar sayesinde:
ketebe
mektep
mektup
katip
kitap
kütüp
vs.
yani bir kelimeyi sadece öğrenerek beraberinde kaidelerle onlarca kelimeyi öğrenmiş oluyorsunuz ve her biri çekim eki değil farklı bir isim oluyor. eğer biz özümsenmiş olan bu kelimeyi değil de dışardan ithal bir kelime alsaydık burada zincir kopar ve beynimizi biraz daha zorlayacak şekilde kuralsız ve birbirinin yerine kullanılan onlarca kelimeyi, aynı anlama gelen kelimeleri tekrar tekrar öğrenmek durumunda kalırdık. biraz teknik konu umarım kafa karıştırmamışımdır. tüm samimiyetimle söylüyorum gelişime engel olunmaz ama dili tahrip etmeden ruhuna uygun olacak şekilde bu olmalıdır. unutmayın ki insanlar kelimelerle düşünür. kelime dağarcığı dar olan toplumların mefkuresi de o derece sığ olur.

1) ne yabancı kelime istilası olsun, ne de tamamen soyutlansın. yani bir kelime bilimsel dünya da kabul görmüş ise onu kabul etmenin dışında makul bir yol yoktur.
2) ne de eskiye dönüş diye bir kaygı yoktur. şu an kullanılan dili muhafaza edebilirsek ne mutlu bize. gelişimi de eğer dilimizde daha önce kullandığımız bir kelime var ise onunla devam ettirmek. bunun yerine durup dururken ithal veya moda bir dil seline kapılmamak.
3) argo kelimeler tabi ki dilin zenginliğidir. “oha felan oldum” bir argo değildir uyduruk bir tabirdir. argo günlük dilde daha pratik bir şekilde ihtiyaçları gidermek için kullanılır. ama şunu unutmamak gerekir ki günlük dil ile yazışma dili her zaman bir değildir. yazışma dilinde daha dikkatli olmak önem arz eder.

dilde önemli olan ahenktir. belli bir uyum içerisinde giderken aniden uç bir kelime kullanmak dilin akıcılığını ve anlaşılırlığını bozar.

tabi ki kısıtlama olmayacaktır. dil hiç bir zaman zoraki olarak yönlendirilemez. tüm edebiyatçılar dilin canlı olduğunu, geliştiğini ve değiştiğini kabul ederler. bu değişimde bir günde olmaz. değişimi kendi uhdemizde tutmak yerinde olacaktır. bu bir irade meselesidir. eğer bu iradeyi ortaya biz koymazsak ekonomide de, siyasette de, dilde de, kültürde de kontrolü başka medeniyetlerin ellerine bırakırız. sanırım bu da bizim için pek hayırlı olmayacaktır.

dile yapay müdahale hiç bir zaman fayda getirmeyecektir. dil de zaten bunu kabul etmeyecektir. Avrupa ülkelerinde iki yüz yıl önce yazılmış edebi eserler rahatlıkla okunurken bizim ülkemizde yirmi yıl önce yazılmış eserleri okumakta zorluk çeken gençlerimiz var. düşünün ki bir ülkenin gençliğinin; bilgi, kültür, edebiyat vs. tüm hafızasını ihtiva eden eserleri okumaması ne kadar korkunç bir durum. medeniyetler birikimler üzerinden ilerler. bizim birikimimiz on yıl yada yirmi yıl geriden geliyorsa bunu iyi değerlendirmek gerekir.

gelelim Osmanlının dil yapısına. Osmanlı’da Türkler asli unsurdu. birçok ulustan meydana gelen Osmanlı’da yabancı tebaaya da verilen haklar Türklerin ikinci sınıf vatandaş olduğu kanısını çıkarmaz. Osmanlı’yı kuran Osmanlı ailesi de Kayı boyuna bağlı bir Türk ailesidir. bir ülkeyi oluşturan tebaadan biri hukuk, mal edinme, evlenme vs gibi insani hakların birinden mahrum bırakılmış ise o zaman o unsur ikinci sınıf diye düşünülebilir. Osmanlı bir medeniyet kurdu ve bambaşka vizyona sahipti. nasıl ki Avrupa birliği kapısında inim inim inleyip bizi de alın diye diretiyorsak o zaman medeniyetin beşiği biz idik. Osmanlı adalet döngüsü içerisinde olmak isteyen İstanbul’un yerli tebaası kardinal kavuğu görmek yerine Osmanlı sarığı görmeği yeğlerim demiştir. konu Osmanlı tartışması değil ama Osmanlılılık kavramının ne kadar yerleştiği açısından ve bu dilin önemi açısından bir not oldu bu. Osmanlıca’daki Arapça kelimelere karşı çıkışlar oluyor. bakınız bugün Arapça kelime giriyorsa o zaman size hak veririm. ama asırlar boyu kullanılmış ve özümsenmiş kelimeleri ayıklamanın bir faydası olmayacaktır. bugün kaç tane öz Türkçe kelime var dilimizde. bir ara güneş dil teorisi adı altında tüm yabancı unsurlu kelimelerden arı Türkçe kullanılma gayreti içerisine girildi. baktık ki elde avuçta birkaç yüz kelime kalıyor mecburen özümsenmiş kelimeler bizimdir denmiştir. bu davranış dilin tabiatına uygun olanıdır. dilin kaideli olmasını bozacak tüm eylemler dilimizi anlaşılmaz kılacak ve değerini yitirmesine sebep olacaktır. mesele dil sisteminin sağlıklı işleme meselesidir. kelime ise bunu devam ettiren bir araçtır.

24 Aralık 2006

resim sanatının bizdeki gelişimi

Resim sanatının Osmanlıdaki dönüm noktaları olarak 1793 ve 1835 tarihlerini dikkate almak gerekir.
1793’ de III. Selim döneminde Mühendishane-i Berri Hümayun'da (Kara Harp okulu) teknik resim çalışmalarına başlanır ve resim okul müfredatlarına girer. Daha sonra perspektif, ışık ve gölgelendirme tekniklerini de içine alan resim, sanat dalı olarak Mühendishane ve Harbiye’de ders olarak okutulmaya başlatılır. Dönemin içerisinde Türk sanatçıları; portreler, yağlıboyalar, peyzajlar, natürmortlar, tarihsel olaylar ve gündelik yaşama dair birçok çalışmalar yaparlar. Avrupa’da eğitim görmüş olan ilk Türk ressamlarından Şeker Ahmet Paşa (1841-1906), bu tarz sanatçıların başında gelir.(bkz. yukarı Şeker Ahmet Paşa) Natürmortları ve İstanbul bahçelerini resmetmesiyle meşhurdur. Bu döneme damgasını vuran diğer bir akım olan oryantalizm (Batı Asya Temaları)resim sanatında çok işlenir olmuştur. Daha sonra Türk ressamlarından Osman Hamdi Bey başta olmak üzere, romantisizmle yeni bir görüş geliştirilmiştir.(Solda Osman Hamdi Bey)
1910’da resimde atılım dönemi başlamıştır. Avrupa’dan yurda dönen İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Namık İsmail, Avni Lütfi, Feyhaman Duran gibi sanatçılar resim sanatına taze kan kazandırmışlardır. Sanayi-i Nefise Mektebi sayesinde Osmanlı sanatçıları Avrupa’ya açılma imkanı bulmuştur. Yine Nazmi Ziya (1881-1937), bu dönemde Atatürk portreleriyle ün yapmış ve empresyonizm’in önde gelen isimlerinden biri olmuştur. Zaten Empresyonizmin temel özelliği doğa ve açık hava tasviridir; canlı renkler kullanılarak doğanın her çeşit durumunun gölge ve ışık tasvirleri vasıtasıyla tuvale yansıtılmasıdır. Osmanlı padişahları da resim sanatına çok önem vermiştir. Abdülmecit, Avni Lütfi’yi Avrupa’ya göndermiş, Sultan Abdülaziz ise Şeker Ahmet Paşa’yı 1861’de Paris’e yollamıştır. 1874’de yurda dönen sanatçı, Cağaloğlu’nda resim sergisini açmıştır.(Solda Nazmi Ziya'nın Portre Çalışması)
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren resim sanatımız Hoffmann akademisinden yetişen ressamlarımızın eliyle şekillenmiştir. Bu ressamlarımız, batı kültürüyle kendi kültürümüzü birleştirme çabalarına girmiştir. Bu isimler arasında öne çıkanlardan biri Abidin Elderoğlu’dur.
Osmanlı’da rütbeli askerlerin resim sanatına ilgisi, Anadolu’nun birçok yerinin tuvale aktarılmasına vesile olmuştur. Osmanlı askerleri daha çok sulu boya üzerine yoğunlaşmıştır. Nuri İyem, Abidin Dino gibi ünlü ressamlar, toplumcu realist düşüncede yer almışlardır.1930’lardan sonra toplumcu gerçekçi akım gelişmiş ve 1960’lı yıllara kadar etkinliğini sürdürmüştür. Nazım Hikmet ile Abidin Dino arasında sıkı dostluk vardır o dönemde. Sanatında da bu fikirlerin yansımalarını görmek mümkündür.

the prestige (ajanda/ sinema)


Fantastik dram türünde çekilmiş olan yönetmenliğini christopher nolan’ın üstlendiği film yine nolan kardeşlerin özel etiketini üzerinde taşıyor. Nolan’ı batman dönüyor ve akıl defteri gibi sıra dışı senaryolardan hatırlıyoruz. Filmin konusu şöyle; Rupert angier (hugh jackman) ve alfred borden (christian bale) çok eski iki dost ama aralarında sürekli bir rekabet bulunmaktadır. Profesyonelleşmelerinin ardında rekabet çekişmeye dönüşür ve eski dostluk artık eskisi kadar yoktur. Filmin senaryosu çok iyi düşünülmüş ve uygulanmış. Filmi izlerken aradaki diyalogların hiç birini es geçmemek gerekiyor zira her söz yerini buluyor. Hiç beklenmedik bir şekilde gelişen filmde epeyce sürprizler bizi karşılıyor. Sihirbazlığın gizemli dünyasına da epey yer veren film süresince bu meslekten olanların prestijini de arttıracak düzeyde anlatımlar var. Tabi ki film fantastik olduğu için olayın düğüm noktası olan bir olağanüstü durum da hasıl olmakta. Fakat bu olağanüstülük bilimsel bir kılıfla sunulmaktadır. Kesinlikle izlenmesi gereken son dönemin en başarılı filmlerinden birisi. Çekim tekniği, dönemi ve zamanı iyi betimleyen sunumu, senaryosunun detaylarına varıncaya kadar olan niteliği ve özenliliği, oyuncu performanslarıyla benden tam not aldı. Keyifli seyirler.

imdb puanı: 8,1
imdb linki: http://www.imdb.com/title/tt0482571/

21 Aralık 2006

televizyonun tarihi

Televizyon, görüntülerin uzağa nakli düşüncesi ile çeşitli nesnelerden yayılan ışığın elektrik akımlarına dönüşebileceğinin anlaşılması sonucu doğmuştur. 1835’te Samuel F. B. Morse’un elektromanyetik telgrafı bulması televizyon tarihinin temeli sayılabilir. Televizyonla ilgili ilk teknik buluş İrlanda’lı bir telgrafçı olan Andrew May tarafından 1873 yılında yapılmıştır. May, ışık dalgalarının elektrik akımına çevrilebildiğini ve selenyum adlı kimyasal maddenin de elektrik akımına çevrilebildiğini buldu. Ayrıca selenyum adlı kimyasal maddenin elektriğe karşı dirençli olduğunu ve bu direncin güneş ışığında daha da azaldığını buldu.

Amerikalı G. R. Carey, yayımda binlerce selenyumlu fotosel taşıyan bir ekran kullanmayı denedi. 1879’da Fransız Senleca görüntü elemanlarının sırayla iletilmesi fikrini ortaya attı. 1880’de Fransız Maurice Leblanc, görüntünün elemanlarını ardı ardına yansıtan salınımlı iki ayna ile analiz yapmayı öne sürdü. 1884 yılında, yüksek hızla dönen ve üzerinde sarmal biçimde dizilmiş birbirine eşit uzaklıkta delikler bulunan bir diskten yararlandığı aygıtı ile en önemli adım Nipkow tarafından ortaya atıldı. Paul Nipkow, disk tarama sistemi üzerinde spiral şeklinde sıralanmış deliklerin bulunduğu bir çark kullanmayı öne sürdü. 1889 yılında Lazare Weiller, ışık veriminin büyük oranda artırılması için disk tarama sistemi yerine aynalı bir çark kullanılmasını önerdi. Görüntülerin yeterli duyarlılıkta oluşabilmesi için 20. yüzyılın başında Lee De Forest’in yükselteç triyot tüpü, daha sonra 1897-1905 yılları arasında Karl Braun tarafından geliştirilen, bir demetle tarama düzeneği bulunan katot tüpü, son olarak da 1923 Vladimir K. Zworykin’in görüntü çözümleyici tüpü önemli aşamaları oluşturdu. 1926’da John Logie Baird, saniyede 12,5 kere 28 satırla taranan ve çok küçük bir görüntü veren iletim göstergesini düzenledi. 1929 yılında ilk sürekli yayın İngiltere’de uzun dalga üzerinden çalışan Daventry vericisiyle başladı ve görüntü 30 satırla taranıyordu. Aynı yıl Almanya’da halka yönelik yayına başlandı. 1931’de Fransa, Baird yönetimiyle halka yönelik yayımlar gerçekleştirdi. 10 Kasım 1935’de Zworykin’in ikonoskop adlı aygıtının kullanılmasıyla elektronik çözümleme gerçekleştirildi. Böylece ilk televizyon yayını 1928 ile 1935 seneleri arasında John Logie Baird tarafından İngiltere’de BBC aracılığı ile yapıldı.

1936 Berlin Olimpiyatı oyunlarının, Berlin içerisinde kablolu olarak canlı yayını yapıldı. 2. Dünya Savaşı sırasında askeri gereksinimlerin etkisiyle radyoelektrik ve elektronik alanlardaki gelişmelerden, televizyonda büyük ölçüde yararlanıldı ve Hertz demetleri kullanılmaya başlandı. 1950 savaş öncesi bulunan ve denenen Vacuum Tube alıcı tüpü olarak; Image Iconoscope ise kamera tüpü olarak kullanılmaya başladı. 1952’den sonra kablolu yayın yerine elektromanyetik dalgalar yoluyla açık yayına geçildi. 1950 yılı içinde ABD’de renkli televizyon yayınına başlandı. Üç siyah beyaz görüntü tüpü ile yeşil, mavi ve kırmızı renklere bölünmüş bir döner disk kullanılarak çeşitli denemeler yapılıp renkli yayına ulaşılmıştır. Yalnız renkli televizyonda belirli standart olmaksızın gelişme devam etti. 1953 yılında FCC National Television System Committee yoluyla NTCS renkli yayın standardını oluşturdu. 1960’lı yılların başlarında Fransa, SECAM (Sequential A’Memorie) adını verdiği renkli yayın sistemini buldu ve bu sistem; Sovyetler Birliği, Kuzey Afrika, demir perde ülkeleri ve Arap ülkeleri tarafından kullanılmaya başladı. SECAM’ın NTCS dışında güvenilir bir sistem olamaması, faz hatalarının tam giderilememesi, stüdyo işlemlerindeki zorluk sebebi ve vericilerde FM tekniği gelişmediğinden ses ve görüntü arasında uyumsuzluğa neden olması yeni arayışlara sebep oldu. 1963’te Almanya’da Walter Bruch, PAL adını verdiği sistemi bularak son noktayı koydu. 3 adet sistem PAL, NTCS, SECAM halen kullanılan standartları oluşturmaktadır.
Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1986, c. 18, s. 11385
Gös. yer.
Erman Şener, Televizyon Video, İmge Yayınları, İstanbul, 1984, s. 198
Rehber Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi, İstanbul, 1984, c. 16, s. 208
Büyük Larousse, a.g.e., s. 11386
Süleyman Erdoğan, Televizyon Tekniği, İstanbul, 1999 s. 3

belge tarihi "yazılı ve sesli"

İnsanlar duygu ve düşüncelerini anlatmak için ilk olarak M.Ö. 5000 yılında mağara duvarlarına resim yapma yolunu kullanmışlardır. M.Ö. 5000-4000 yılları arasında yazıya benzer şekiller kullanılmaya başlanmıştır. M.Ö. 3000 yıllarında yaygın olarak yazı kullanılmaya başlandı. İlk kullananların Sümerler olduğu söylenir. Sümerler yazıyı daha çok kil tabletler üzerine çivilerle yazmışlardır. Yazıyı hesap yapmak, listeler tutmak, arazi büyüklüklerinin hesaplanması, tahıl miktarının belirlenmesi, tahıl satış işlemleri için kullanmışlardır. İdari, iktisadi ve ticari ilk belge niteliği taşırlar aynı zamanda. İlk çağlarda yönetim merkezi tapınaklar olduğu için bu belgeler tapınaklarda saklanmıştır. Akad, Asur, Babil’de de aynı tür belgelere rastlanır. Babil arşivinde 20000 tablet mevcuttu. Bugün bu tabletlerin büyük kısmı Paris Loura Müzesi’nde saklanmaktadır. Ugaritler ise hem merkezi arşiv hem de şehir arşivleri oluşturmuştur. Mısırlılar için kil bulmak imkansız olduğu için hiyeroglif denilen yazıyı papirüsler üzerine yazmışlardır. Mısır papirüslerinin ilk örnekleri M.Ö. 3000 yıllarına kadar inmektedir. Persler, Yunanlılar, Araplar, İbraniler ve Romalılar hayvan derisi kullanmışlardır. Tomar ve tabaka halinde tanışabilmesi, taşınırken fazla hasara uğramaması bu malzemenin kullanımını yaygınlaştırmıştır. Hayvan derilerinden parşömen adı verilen türü çok yaygın kullanılmıştır. Derinin gerdirilerek kireç suyu ile muamele edilmesi sonucu parşömen, pergament (Bergama) elde edilir. Mısır kralı Ptolemaius’un Mısırdan papirüs ihracını yasaklamasının ardından en büyük arşiv ve kütüphanelere sahip Bergama Kralı II. Rumenos’un isteği üzerine üretilmiştir. Önceleri ilk kullanıldığı yerin adı pergament olarak anılmış daha sonra parşömene dönüştürülmüştür. Bu malzemeye Romalılar mamrena, Yunanlılar ise dikteria adını veriyorlardı. Günümüzdeki defter adı da buradan gelmiştir. Bugün kullandığımız kağıdın bulunması ise M.S. 105 yılına rastlar. Kağıdı ilk bulan ise Çinlilerdir. İsveç bilgini Suen Hedin Çin’de Türkistan sınırında yaptığı kazılarda bulduğu en eski kağıt M.S. 150,155 tarihlerine aittir ve bugün Stockholm Kraliyet Müzesi’nde saklanmaktadır. Kağıt Türkler ve Araplar yolu ile Mısır ve Sicilya üzerinden daha sonra da İspanya üzerinden Avrupa’ya geçmiştir. Japonya’ya geçişi ise daha 6. ve 7. yüzyıllarda olmuştur. 1450’li yıllarda Goetenberg’in ilk basımevini açmasıyla yazılı belgeler iyice artmıştır. 1877 yılında kalay kağıdından yapılmış silindir üzerine ilk ses kaydının yapılması ile birlikte sesli malzeme ortaya çıkmıştır. 1889 yılında silindirler balmumu ve parafin karışımından oluşturulmaya başlanmıştır. Daha sonra aynı malzeme, plak şekline getirilerek kullanılmıştır. 1930'larda esnek plakların kullanımı izlemiş, daha sonrası ses bantları ve günümüzde de optik diskler ses kayıt malzemesini oluşturmaktadır.
Mekanik Kayıt; daha önce de belirttiğimiz gibi 1877'de gerçekleştirilen ses kaydı 1887'de tescil edilmiştir. tescil edilen malzemeye plak, seslendiren alete de gramofon adı verilir. Ancak sanayi boyutta üretim aradan 5 yıl geçtikten sonra ebonitten yapılan plaklarla sağlanmıştır. 1897'de ebonit terk edilerek yerine gomalak kökenli bir bileşim kullanılmaya başlandı. 1948 yılına kadar plaklar kullanılan tek malzeme oldu.
Elektriksel Kayıt; mikrofonla ses alımı ve elektriksel kaydın gerçekleşmesi 1920 yılına kadar uzanır. 1924 yılında 100-5000 Hz. arasında ses aralığı ile kaydedilmiş plaklar ortaya çıkmıştır. 1934'de yaygınlaşmış radyolar için Hi-Fi (yüksek sadakat) ilkesi kabul edilmiştir. 1949'dan sonra kayıt işlemi laboratuarlara kaymaya başlamıştır. tüm dünyada kullanılan 78 devirlik ve 4 dakika süren plaklar yetersiz kalınca Columbia şehrinde linilik reçineden yapılmış ve dakikada 33 1/3 devirle dönen süreleri 25-30 dakikayı bulan plaklar geliştirilmiştir. Yine 1949 yılında Victor şehrinde 17 cm. çapında sık izli ve dakikada 45 devir hızla dönen 7 dakikalık plak geliştirilmiştir. Daha sonraları 30 cm boyunda 16 devirlik plaklar ortaya çıkmışsa da esas olarak bu tarihten sonra plaklar 45 ve 33 devirli olarak plastikten yapılmaya başlanmıştır. Günümüzde de genel olarak üretilen 33 devirlikler vardır. Sonraları lazer teknolojisi ile geliştirilen CD’ler plakların yerini almıştır.

evliliğe inanmak

evlilik nesillerin sağlıklı sıhhatli bir şekilde devam etmesini sağlar. evlilik olmasa isteyen istediği ile münasebet yaşarsa nesepler karışır. düşününki bir kadından bir adamın oğlu oldu başka bir kadındanda kızı oldu ve adam bundan bihaber. sonra o iki kardeşin birbirinden habersiz olması ayaklı bomba konumuna koyar. istenmeyen ilişkiler yaşanabilir. durum iğrençleşebilir böylelikle. kimin eli kimin cebinde belli olmaz. ruh sağlığı açısından da açgözlülük, cinselliğe odaklı birliktelikler peyda olur. bu seferde ulaşamadığı cinsel faaliyeti zorla almalar, tecavüzler yaygın bir hal alır. anne baba kavramları ortadan kalktığı için ruh sağlığı bozuk örnekleri yanıbaşında olmayan, kimsenin kanat germediği veletler meydanları kaplar. sorumsuz, bilinçsiz, şuursuz yetişen bu veletler; ya tinerci, ya eroinman, ya sabıkalı ya da serseri taifesinin bir elamanı oluverir. evlilik toplumsal bir sorumluluk ve iş bölümüdür. herkes kendi ailesinin sorumluluğunu kendi çocuklarının sorumluluğunu üstlenir. sorumsuz bir toplum çözülmeğe mahkumdur. insanların yalnızlaşması, insanların bireyselleşmesi beraberinde bencilliği ve egoları ön plana çıkarır. örfi ve dini inançları kökten sarsar. zira tüm kökleşmiş toplumsal geleneklerde ve örflerde, evlilik hayatı daima vardır. toplumsal önlem niteliğindeki bu refleksler asırları aşan bir tecrübe ve birikimin yansıması niteliğindedir. velhasıl din kuralları da insanların ruh ve maneviyat dünyasına hitap eden ilahi ibareler zinciridir. her ikisi de ailenin ve evlenmenin önemini vurgular. evlilik dışı ilişkileri red eder. insanoğlunu hayvanlardan ayıran en büyük unsur; iradesi ve aklıdır. sadece şehevi ve cismani duyguların egemenliği altına girerek faalde bulunması, iradeden ve akıldan soyutlanmış bir eylem içerisine girilmesi, onu insani kimlikten beri kılar. önemli olan hayat boyu tüm bu arzuları, düşünceleri ve eylemleri akıl ve kalp terazisinde dengeye oturtarak ruhu terbiye etmektir. o zaman insanoğlu, insan olmanın erdemine varacaktır. evliliğe yasal şehvet sözleşmesi olarak bakıp sığ görüşe sığdıranlar elbette en büyük yanılgı içerisndedir. çünkü aile müessesesi toplumun kaçınılmaz temeli ve en sağlam öğesidir.

19 Aralık 2006

yalnızlığa bağlı kayık


yalnızlığa demir atar, yalnızlığa bağlanır nice tekneler. kayıkların gölgesinde hatırlar nice yolculuklarını. bazen hüzün bazen bir mutluluk taşır yüreklerinde. ama her dem yalnızlığa düçar olur göl akşamlarında..

gönül alan


gönül çeler, gönül alır izmit gölünün kıyısında yalnız kalmış bir kayık. taşıyacağı aşıkların kollarını bekler bir başına. gönüllerini alır gönüller onunla hoşnut olur. yüzer göl akşamlarının en bakir kalmış güzelliklerine..

boyacı amca


her acısından bir çentik taşır teninde. kırıştıkça yüzü acısından bir şekil belirir yüzünde. belki konuşmuyor sadece fırçasıyla işini yapıyor ama anlatıyor bize yüzündeki derin çizgiler..

asırlık çınar


asırlara meydan okurken ihtişamının ve heybetinin görüntüsü ardında yitirir içinde biriken tüm duyguları. zaman ögütür onu da içten içe. şahit olur asırların ürettiği nice kanlı tarihe..

iznik sazlıkları


güneş gülümser iznik'de sazlıklar üzerine. güneşle hemhal olur bir anda tüm uzanan sazlık otları. gülümsemesiyle tonlanır, tonlandıkça sararır tüm başakları..

hüzün yolcuları


yolcular sarsılır küreğin her çekilişinde. kayık bir sağa yalpalar bir sola. yürekler de hoyratlaşır bu hüzün dalgasında..

iznik kayığındayken


hayatın girdabında dalgınlaşır tüm bakışlar. kimi gözlerini yumar düşüncelere, kimi dalar yüreği kabarmış bir halde bir günün bitimine..

iznik fotoğrafçısı


iznik fotoğrafçısı pozlamaya başlar yalnızlığın öyküsünü. her karede ölümsüzleşir bir gölün yuttuğu nice aşk hikayeleri..

ördek yarışı

ördekler yarışır, patileriyle çırpınır denizde. mutluluk onlar için özgürlük çemberinde koşuşturmak değilmidir!..

iznik kayacıkları


bir avuç kaya bile tutunmaya başlar yalnızlar gölünde. tüm sertliklerini kaplar incecik yosun filizleri. tutunurlar yaşama en ince yerinden..

iznik sahili 2

iznik sahilinde sıralanır her bir taşlaşmış kalbin yumakları. sonra gözyaşlarından bir göl oluşur örter tüm sert mizaçları..

iznik sahili

iznik sahilinde yalnız kalmış bir şehrin ağıtları yankılanır. kendi yağıyla kavrulur kendi acısından katar feryatsız kalmış akislerine..

sazlıktan duvar

sazlıktan duvar örülür göl yolculuğunda. her bir başaktan bir umut filizlenir, suyun vurduğu her bir kökte güçlenir tüm güzellikler..

haydarpaşa tren garı

haydarpaşa'dan bir tren kalkar yalnızlığı. gezenin en dehlizinde, yakamozların ve ışık oyunlarının sahneyi aldığı en güzel demlerde sessizliğe bürünür tren sirenleri..

dondurmam gaymak (ajanda/ sinema)

yücel aksu'nun yönettiği bu film muğla'da geçiyor. filmin konusu el usülü dondurma yapan ve sürekli hazır dondurmalara karşı öfkeli olan dondurmacının hikayesi üzerine kurulu. filmin diğer renkli karekteri komünist mustafa ve arif amca rolleri. dondurmacının motoru çalınınca bunu hazır dondurma üreten büyük firmalardan bilir. halbuki arabayı çalan köyün çocuklarıdır. hikaye burdan başlar ve arada mizahi unsurlarda epeyce bulunmaktadır. filmin oskara aday gösterildiği söyleniyor. sanırım filmi özel kılan türk kültürünün ögelerine ağırlık verip epeyce sosyolojik tespitleri bünyesinde bulundurması. türk gözüyle bakınca çok da iyi bir film olarak görünmüyor. yöresel şiveyle konuşulması ve anlaşılmayan seslerin dahi alt yazısı verilmeden geçilmesi eksi olarak yansıyor. ayrıca filmin senaryosu oldukça özensiz ve sığ kalmış. yine de türk yapımı film izlemek isteyenlere tavsiye olunur.
imdb puan: 7,6
imdb adresi: http://www.imdb.com/title/tt0816150/

13 Aralık 2006

ağlarım

(13/12/2006)
ağlarım bir başıma,
ağlarım sessizce..
süzülürken soğuk damlalar,
hıçkırıklara boğuldum.
hiç utanmadan dökülür,
tutamadığım yaşlarım.
unutulmuş bir aşkın,
şamarıyla uyandım..
alkışlamayın beni dostlar!
hayat bana yokuştu hep..
yalancı baharlarda,
buğulandı bakışlarım..
kuşlar bile uçtular,
aşk kalesinin burçlarından..
gülmeyin sakın ha!
akarken yaşlar benliğimden.
kendim ettim bunu ben,
nedametle hastayım..
içimde coşar acı pınarları,
karışır acısı göz yaşlarıma..
bu acıyla yanarken ben,
ağlarım bir başıma.
ağlarım sessizce..

10 Aralık 2006

tape (ajanda/ sinema)

  Posted by PicasaEthan Hawke uyuşturucu müptelası itfaiyeci ve küçük bir otel odasında hayatını sürdürmektedir.Lise yıllarından tanıdığı samimi arkadaşı otel odasına gelir. Sıkı diyaloglara dayanan bu film sanki otel odasında mahkeme salonu havası estiriyor. geçmişte yaşanmış bir aşkın sorglamasından ibaret olan senaryoda psikolojik tahliller ve sorgulama metodları çok iyi betimlenmiş. Ethan Hawke'nin lise arkadaşı, 10 yıl önce sevgilisi ile ilişkiye girmiştir bu olayın vicdanlarda sorgulaması ve itirafları yapılır. Bir nevi 10 yıl öncesiyle yüzleşme vardır. Bütün film bir otel odasında geçiyor. senaryo biraz daha uzun tutulup birkaç şaşırtma yapılarak daha da ilginç hale getirilebilirdi. izlenmesini tavsiye ederim.
Not: 1994 yılında bir gece Julia Roberts'ı dansa kaldırana kadar onu kimse tanımıyordu. Yıldızı o günden sonra parlamaya başladı.
imdb puanı: 7,3
http://www.imdb.com/title/tt0275719/

8 Aralık 2006

yüreğim pareli

Yüreğim Pareli (08/12-2006)
Yüreğimin her yerine,
Uçuştu mermiler.
Aşk damladı yerlere..
Anlamsızca karardı,
Gözlerimden süzülen ferler..
Çakallar alkışladı,
Kuşkulu ayaklarım sekince.
Kara kışın ayazında,
Kar düştü sükunete..
Esaretin gölgesinde estim,
Suratımda öfke bin pare..
Yareler sarınca dört bir yanımı,
Tutmak istedim avuçlarını..
Parmak uçlarım hissizleşince,
Kalbimden firar etti sevdalar.
Yalnız bir kuyunun gölgesinde,
Ayrılık köprüsünün berisinde,
Bedenlere büründü hayaller.
Püskürdü geçmişteki halleri!..
Karanlıklar yağıyor yaşlı gözlerime,
Özlemlerim güneşe tutuldu,
Unutuldum bir günün batımında..
Üzerimde çiçekler bitince,
Umutlarımı yitirdiğim bahçeler,
Hiçlik denizinde boğuldu..
Çığlıklarımla çınlattım.
Çıldıran ben miydim?
Neredeydi biten günün çaldığı bulutlar,
Bulun bana kaybettiğim yılları,
Bulun bana yitip giden umutlarımı..

6 Aralık 2006

köstebek

bu filmde mafya polislerin içine, polisler de mafyanın içine köstebek yerleştirir. bu iki köstebek film boyunca karşı karşıya gelmezler. filmin sonunda şok eden bir karşılaşma olur. beklenin çok dışında sonuçlanan bir film. senaryonun zengin ve şaşırtan boyutlarıyla renkli ve sürükleyici bir film olmuş. özellikle çok sayıda ünlünün olması ve karekterleriyle tam örtüşen performans göstermeleri göz dolduruyor. mutlaka izlenmeli denilecek filmlerden.
imdb puanı: 8.4
http://www.imdb.com/title/tt0407887/

4 Aralık 2006

sonbahar 4

ağaçlar doğrulur sonbaharın hışmıyla. gölgesinde hayat bulur en güzel renkleri..

sonbahar 3

alt üst olur yapraklar bitmenin verdiği acıyla..yine sularla durulur her dökülen sonbahar yaşları..

sonbahar 2

sonra ağaçların gölgelerine karışır yapraklar..yeniden canlanacağı günlerin umuduyla..

sonbahar 1

sonbahar gelince yeşeren tüm ümitler uykuya dalar..

niko'nun öfkesi

ve niko sanatıyla cevap verir, açılır tüm bağlayıcı kemerler..çok gerilerden bakar hayatın içine..(ne diyorum ben:))

bir ağacın hayali 2

hayaller ve kavuşma özlemleri bitmez..hayat öğüttükçe kavuşmalar yakınlaşır..bir ağacın hayali daha gerçekleşir gölgelerin gizeminde..

bir ağacın hayali

bir ağacın, hayaline kavuşma anıdır..artık yaşlı bedenini taşıyamaz olur gölgesinin suya düştüğü anda.. ruhu kavuşur susuzluk özlemiyle gölgesine..

niko'nun sanatı

ve niko pozlamaya başlar, her çektiği fotoğrafa ruh katar, estetik katar..tüm habis duyguları sanatın gölgesinde olgunlaştırır..

sararan umutlar

sararan umutlarıma bakakaldım ardından. bir ağacın gövdesinden destek umdum, döküverdim içimde birikmiş dert yumaklarını..

hüzün yağmuru

hüzün yağmurlarından kaçtım, tutuldum sonbaharda deli rüzgarlara..

yalnızlık

yalnızlık çığlıklarına karışmış sonbahar türküsünün sesleri.. kurumuş yapraklarla süslenmiş bir hüzün tüneli..yalnızlık bir kader olmuşsa anlamsız bakar boşluklara nice gözler..

1 Aralık 2006

otların gölgesi

yansımalarda, akislerde bulur bendini. bir kez baksa aynaya görür yüzündeki öfkeyi, hayatın törpülediği bedini, bir ömrün açtığı derin izleri.. Posted by Picasa

maşukiye tonları

turuncuyla mavinin aşkıdır bu, maşukiyenin adını aldığı renklerin buluşması yine bir gölün endamında canlanır.. Posted by Picasa

kara tanecikler

kara taneciklerin yağmuruyla görsel şölen yaşanır hayatın detaylarında.. Posted by Picasa

raklardaki tripot

uzayıp giden rayların büyüsüne kapılmış bir fotoğrafçı, başlar en güzel ritmleri pozlamaya.. Posted by Picasa

maşukiye'de ördekli göl

ördeklere yuva olmuş bir göl akşamı daha yaşanır maşukiye'de. buranın sakinleri olmakla övünür şirin ördekler.. Posted by Picasa

maşukiye'de leylek

yalnız bir leylek maşukundan uzakta dolaşır maşukiyede. bakınır anlamsız bakışlarla sağına soluna. gidecek bir yeri olmayınca kalakalır ortalarda.. Posted by Picasa

sudaki ritmler

ritm tutar her aktığı basamakta sular. an sonunda dökülür bir meydana en tatlı sesiyle şekillenir havuzunda.. Posted by Picasa