31 Ocak 2007
monizim ve vahdet-i vücut
maddenin temel unsurları hava, su, ateş, toprak diyebiliriz ama evrende açığa çıkan bileşik töz, güçler ve yasalar dışında Tanrı olmadığını ileri sürersek bu sefer de Tanrı'yı varlıkla sınırlamış oluruz. her madde, her cisim, her unsur mükemmel bir bütünün parçası olabilmesi için bunları sürükleyen ilk mükemmel bir nedenin olması şarttır. ilk neden Tanrı'dır, onun dışındakiler onun kudreti dahilinden sonradan yoktan yaratılmışlardır ama yaratılış Tanrı'nın mükemmelliği çerçevesinde kurallar, kuramlara, denge ve sisteme, sebepler ve nedenlere dayanır. sebeplere dayandırmak mükemmelliğin nişanesidir.
kainatı Allah yaratmış ve yaratılan devamlılığını yaratanın kudretiyle sağlar. yoksa yaratılan yaratanın özünde, bütün yaratılmışlar onun özünde zaten vardı gibi, yaratılma özün dışa vurması gibi yada açığa çıkması gibi düşünceler vahdetten ziyade panteist düşüncedir. bu düşüncenin temelini herakleitos ve parmenides, daha sonraki zamanlarda ise eflatun ve plotinus’a dayanmaktadır. bunların temel mantığı ise tezahür yani açığa çıkmadır. yani yaratılmışların yada kainatın tek bir varlığın farklı cereyanları, tezahürleri, irade dışı artışları gibi düşünceler yüce kudreti kısıtlayıcı bir bakış açısıdır.
çoğulculuk bakışı farklı mahiyette ve nitelikte olan cisimlerin yaratanın üstün ve mükemmel vasıflarını yansıtan yada o sıfatların tecelli ettiği göstergelerden biri olarak düşünürsek sağlıklı bir bakış açısı olabilir. yani sayısız cisim, nesne yada varlık ve aralarında oluşmuş uyumluluk, birlik, dayanışma, ahenk, yardımlaşma vs. düzenlilik yine yaratanın birliğine işaret etmektedir der isek bu doğru bir bakış açısı olur. Yani bir benzetme yapacak olursak yüzlerce tek başına olan notanın bir araya gelip anlamlı bir nağmeyi işaret etmesi gibi. farklı kelimelerin aynı düşünceyi anlatması gibi bir olgu. Bundan dolayı her olayda, çoğulculukta; biri görmek, biri hedef almak, farklılıkları ve nesneleri birin müşahadesi olarak algılamak doğru bir yaklaşım olacaktır.
29 Ocak 2007
tek dünya devleti
kral çıplak demek!
prangalar vurulsa da diline haykırır kral çıplak diye. onuncu köyler olur hep sizi ağırlayan, onuncu köy sakinleriyle dertleşirsiniz, sizi kovan zihniyetleri.. çok zordur kral çıplak demek.. çıplak diyen cezalanır, kralı atlastan, ipekten hayali maskeler biçen alkışlanır, ödüllendirilir, el üstünde tutulur nispet yaparcasına. gözlerinizin içine bakıp sahte gülüşler sizi boğunca, mideler kalkıp başınıza sancılar girince anlarsınız ne zor iş olduğunu.. çok zordur kral çıplak demek..
her çıkışınız saçma, her düştüğünüz an kahkahalarla karşılanır, dik başlı görülür, en anlamlı sözleriniz en beyhude uğraşlara tebdil edilir. en inatçı çıkıntınız törpülenir, en azimli yürek tepenizden çığlar kopar bu anlamsız güruhun alkış sesleriyle. kral çıplak demek çok zordur..
doğruyu doğru olarak görüp bağlanmak kadar ıstıraplı, yanlışı yanlış olarak bilip susmak kadar zavallı olmak gibidir.. hayaller ülkesinin uzağında, gerçekler mahzeninde dolu şarap şişeleri gibi bekler ortaya çıkacağı günleri, en bilindik doğrular.. pat diye doğruları söyleyen patavatsız, doğru konuşmak ahmaklık, doğruyla iş yapmak sersemlik gibi görülür hakim olan güruhta.. bazen kral çıplak diyenler anlamsız idealist bulunur,
bazen kral çıplak diyenler duygusal bulunur,
bazen kral çıplak diyenler aykırı bulunur,
bazen kral çıplak diyenler sivri
bazen kral çıplak diyenler asi
bazen kral çıplak diyenler uç
bazen kral çıplak diyenler sonraları kahraman,
sonradan en ünlü ressam,
sonradan ulu bilge,
sonradan altın zeka gibi ürünü gibi görülür. en saçma gelen söylemleri felsefeyle örülür, fikir maskelerine bürünür kabul edilmemiş isyanları..
kral çıplak demek zordur dedim ya!
küçüksen cızlanırsın, biber sürülür diline,
biraz büyüyünce sen bilme her şeyi, büyüklerin yanında konuşulmaz denir,
erişkin olunca hoş ne değişir!
dedim ya kral çıplak demek çok zordur.
ölü toprakları silkeler,
uyandırır korkuyla örtülmüş gerçekleri,
rahatsız eder en köhnemiş zihinleri,
gözler üstüne dikilir,
ruhuna ölümlerden ölüm biçilir,
anlamlı sözlerin anlamsız, en anlamsız laflar veciz gibi dizilir, inci gibi geçirilir seni boğan iplere, urganlara..
dostsuz kalır, yalnızlık yoldaşın olur, vicdan ile hesaplaşır her günün akşamında..
dedim ya kral çıplak demek zordur...
28 Ocak 2007
tutku oyunları (sinema/ ajanda)

karısıyla güzel bir yaşantısı ve küçük kızı olan todd, kocasının sapkın eğilimleri yüzünden evinden soğuyan sarah, çocuk tacizcisi ronnie ve yaşadığı psikolojik tramvalar, ve bu sapığın peşini bir türlü bırakmayan eski bir polis memurunun kombine hikayesi. sarah'ın çocuğuyla gittiği parka todd'da gelmektedir. ordaki komşularıyla yaşanan iddia üzerine sarah, todd ile konuşur ve telefonunu alır. sonraları bu ilişki ileri boyutlara taşınır. çocuk tacizcisinin mahallede olmasından dolayı yaşanan tedirginlik ile bütün karakterlerin ruh halleri ve yaşantıları irdelenir. filmin ana mesajı; hiçbir kötü insan yoktur şartlar, insanları elinde olmadan farklı durumlara sürükleyebilir. zaten sonunda herkes yeniden eski yaşantısına dönecek, kötü mizaçlı insanların iyi olduklarının altı çizilecektir. senaryosu sürükleyici olmakla birlikte filmdeki gereksiz ilişki sahneleri filmi sıkıcı hale getiriyor. orta halli bir yapım olarak görülebilir. Kate Winslet (Sarah Pierce) Patrick Wilson (Brad Adamson)oyunculukları hatırına seyredilir bir film.
imdb adresi: http://www.imdb.com/title/tt0457939/
imdb puanı: 6,6
27 Ocak 2007
filler ve çimen

polis, siyaset ve mafya üçgenini sorgulayan Derviş Zaim'in başarılı yönetmenliğini görebileceğiniz dolu dolu bir senaryo. filmin flashback'lerinin eksikliği nedeniyle karakter isimlerini zorlukla takip ediyor ve filmden zaman zaman kopmalar yaşayabiliyoruz. ama film vermek istediği mesajı ülkemiz bazında çok iyi veriyor. sanem çelik sakat ağabeyi ile zor şartlar altında yaşamaktadır. tarabya oteli filmdeki ismi zx otelinde çalışıyor ve bir cinayete tanık oluyor. birkaç rastlantı sonucu kendini bir anda bu karmaşanın içerisinde bulur kendisini. amacı avrasya maratonunda derece yapıp kardeşinin tedavisini gerçekleştirmek. otelin sahibi,oteli satın almak isteyen mafyaya karşı çıkması üzerine otel sahibi mafya tarafından öldürülür. mafya ise iktidar partisinin bir bakanına sürekli para aktarımı yapmakta ve kirli ilişkileri vardır. siyasi bakış açısından dolayı polis de aynı siyasi fikirden olan bir partiye bilgileri direkt vermekte ve siyasi erkten bağımsız bilgi akışları gerçekleştirilmektedir. bu bilgileri ele geçiren siyasi odak ise hiç bir sınır tanımadan kendisine bilgiyi getiren polisi bile ortadan kaldırmaktan kaçınmamaktadır. ülkemizdeki kimin eli kimin cebinde belli olmayan ama tek gerçeğin ezilenler ve ezenler olduğunun altını çizen "filler ve çimen" adlı film izlemeğe değer.
imdb adresi: http://www.imdb.com/title/tt0252437/
imdb puanı: 7.5
gen

2006 gerilim ve korku dalında en başarılı türk yapımı film diyebileceğimiz gen karşımızda.
zihinsel ve ruhsal hastalıklar hastenesine yeni atanan bayan doktor geldiği ilk günden itibaren bir dizi cinayetlere şahit olur. hastaneye iki müfettiş yollanır olayı araştırmak üzere. hastane personelinin garip davranışları dikkat çekicidir. bir heyelan yüzünden telefonlar kesilmiş ve ulaşım kapalıdır. gerilim ve akıl dolu bir senaryo. çok iyi kurgulanmış ve görüntü yönetmenini ayrıca tebrik etmek gerekiyor. her kare özenle çekilmiş ve detaylardaki tüm cümleler yerini buluyor. oyunun kurgusu Doğa Rutkay'ın başarısız performansını örtüyor. filmin sonu çok farklı bir şekilde bitiyor ki tahminlerinizi çok fazla zorlamayın derim. neden bu kadar az ilgi aldığını anlamak mümkün değil zira seyrettiğim en iyi kurgulu türk yapımı filmlerden. bu filmin görüntü yönetmeni çok başarılı ve daha önce gora, şans kapıyı kırınca ve dansöz gibi filmlerin yapımlarında da görev almış.
imdb puanı: 4,6 (kesinlikle bu puan çok az bu güzel yapım için)
imdb adresi: http://www.imdb.com/title/tt0782042/
26 Ocak 2007
sen varsın ya yanımda
Ölüm yüreğimi sarsa da,
Umursamaz bir gülüm ateşinde.
Dilinden fışkıran kelamla sarsılsam,
Şarkılar, anlatır elemlerimi..
Biçare yeniden depreşir sevdalar.
Hüzünlü bakışların yürek yakar.
Ayrılık yüzünden isyankarım.
Ellerimin ayası ayrı kalır yerinden,
Aşk mayasıyla kaynar yüreğim yare.
Uykusuz kalmış gözlerimle ararım,
Kuytu almış hayallerimin dehlizinde.
Akıllara tatlı tebessümler takılır,
İşveli maşukların aşk dolar bakışları..
Sen varsın ya yanımda!
Veryansın olmaz ruhumda asla.
Aslı ile keremden miras,
İhtiraslı aşklara sarılır hırslarım.
Zarafetin afetim olur ferasetimde,
En güzel namelerle anlatır,
Lal olmuş kalbinin lafızları..
İksiriyle hafızamı mecnun eder,
Şahit olur eza dolu zifiri geceler.
Ayrılık cezasıyla ölür aşk fakiri,
Haykırsa da duyulmaz yakarışı
Sen varsın ya yanımda!
Sırılsıklam ıslansam fırtınanda,
Yağmurlarla sevişir hatıralar,
Maziyi yeniden hatırlarım..
24 Ocak 2007
üniversite eğitimi ve meslekler
eski devletlerde adalet döngüsü diye bir şey vardı. halk adalet ister, adalet hukuk ister, hukuk devlet ister, devlet vergi ister, vergi yine halk ister. buna adalet döngüsü denir. sen adaleti sağlayamadığın an, haklının hakkını veremediğin an işte bu çarka öyle bir çomak girer ki millet neyin ne olduğunu anlamadan tepetaklak olur.
her meslek hak ettiği itibarı almalıdır. ülkeyi yönetenler ülkenin ihtiyacı kadar kontenjanı açmalı ve iş istihdamları, her meslek örgütü ile tam olarak örtüşmelidir.
sınav manyağı gençlik yetiştirmek yerine, orta öğretimden itibaren ara eleman yetiştirilmesine ağırlık verilmeli, herkese bir üniversite kampanyasına son verilmelidir. avrupa ülkelerinde üniversiteye işi olmayan, daha idealist görüşlüler giderken biz de tam tersi iş kapısı gibi algılanıyor ve devlet de buna körükle gidiyor. habire tabela üniversiteleri etrafı sarıyor. kontenjanlar şişiriliyor, sınav sistemleri allak bullak ediliyor, orta öğretimin içine limon sıkılıyor, öğrenciler yönlendirilemiyor, hedefler devlet tarafından yanlış koyuluyor vs.
eee nolacak bu yetişmiş değerler, bu kadar emek, bu kadar maddi kayıp! eğitim sigortası diye birşey var mı? eğitimin karşılığını alamamış kazazedelere eğitim sigortası istiyorum. hakkını alamayan haksızlığa uğramış bir ömrünü eğitime vermiş bu güzide insanlara zararlarının karşılığı derhal verilmeli.
eğer bu zararları temin etmiyorlarsa ben de yazıklar olsun diyorum!
şimdi daha iyi anlıyorum üniversitelerdeki öğrenci olaylarını, şimdi devletin o kişileri niye susturduğunu daha iyi belliyorum, uslu çocuk olun dersten eve, evden derse gidin dayatmalarını, o zihinlere vurulan parangaları, o verilen kavgaların nedenlerini daha iyi anlıyorum. rahat bir baş, neden bu kadar dertlensin ki ülkesiyle? demek ki geleceğimize birileri o zamanlardan çomak sokmaya başlamış. o kavgaların yoğun olduğu dönemlerde üniversite öğrencileri el üstünde tutulurken şimdilerde yüksek liseye dönmüş üniversitelerde; fikirlerden yoksun, tartışmadan habersiz, eleştiri yeteneği körelmiş, tahlil ve izahattan beri, kıyas becerisi bitmiş, ezberci, üretme kabızı, elinde defteri mektebine gidip gelen uslu çocuklar ortalıkta dolaşmakta ve devletin istediği ile birebir örtüşen bir zihniyeti üzülerek tam anlamıyla görmekteyiz. sakın yanlış anlamayın kendini geliştiren, idealist olanlar tüm zorluklara rağmen bunu başarıyorlar ama bu seferde devletin tüm kapılarını mezuniyet günü yüzüne kapanmış olarak buluyorlar. benim hala umudum var demek istiyorum hala da umutlanmak istiyorum ama görünen köyü de görmezden gelemeyiz!
22 Ocak 2007
sanat görüşleri üzerine..
sanat suni kökünden türetilmiş arapça kökenli bir kelimedir. yapay manasından gelir. sanatla ilgili ilk akla gelen tanımlama farklılıkları şunlardır:
Clive Bell, "sanat" isimli kitabında 'önemli olan çizgi, şekil ve renk ilişkilerinin kendi aralarındaki kombinasyonudur" diyerek sanatın estetik yönünü ön planda tutup savunmuştur. bu görüş başat biçim görüş olarak nitelendirilir.
R.G. Collingwood ise sanatçı ve zanaatçı ayrımı "sanatın ilkeleri" adlı kitabında dile getirmiştir. yani planlı programlı önceden neyin yapalacağını düşünüp bu tasarıyı uygulamaya koymaya zanaat denir. bir duygu daha önce ortaya çıkmamış ve bunu ilk olarak eserine yansıtabilene sanatçı yaptığı esere da sanat denir. yani herhangi bir duygu olması söz konusu değildir burada. bu ise "duyguların dışavurumu" görüşü olarak kabul edilen görüştür.
Morris Weitz ise sanatın hiçbir şekilde tanımlanamaycağını tanımlama yapanların sadece kişisel görüşlerini dile getirmekten öteye gidemeyeceğini söyler. sanatın ucunun açık ve kalıplara sığamayacak nitelikte olduğunu ileri sürer. zaten bu görüş direkt bu şahsın adını taşır.
George Dickie ise sanatı kurumsallaştırmıştır. yani sanat için onay mercii olacak bir devlet, kurum yada kamunun genel beğenisini belirtecek bir özelliğe haiz yapıt ancak sanat olabilir. sanat ise bir insanın kendi bilinci ve eliyle yaptığı bir icraat olmalıdır der.
aslına bakarsanız her sanat dalının içerisinde bu handikap vardır. fotoğraf sanat mıdır değil midir, tasarım sanat mıdır değil midir vs sürüp gider. sanırım bunda teknolojinin gelişmesi ve hızlı üretimin devreye girmesinin de etkisi büyük. sanatın içerisinde emeğin kokusu olmayınca kavramlar da karışmaya başladı. önceleri bir yapıtı yıllarca uğraşarak yaparlarken, şimdilerde dijital teknoloji ile iki dakkada oluşturabiliyorlar. hatta yağlı boya şeklinde fotoğrafları basan yerler dahi var. demek ki yapılan işe emek karışması, insanın elinin icraatın direkt işin içinde olması, özgün bir fikri yansıtması, er ya da geç özel olduğunun geniş kitlelerce kabul görmesi, güzelliğinin bir şekilde tahlil edilebilmesi gerekiyor. sanattan para kazanılır mı kazanılmaz mı bu ayrı bir konu. sanatın ilkeselliği çerçevesinde tartışılması gerekir. ama sanatın tanımına gelince iş biraz farklı ve birçok açıklamayla karşılaşmanız mümkün. her yapılan tanımlama sanatın sadece cüzi bir yönünü aydınlatabiliyor. genel kabul görmesiyle ilgili benim ayrıca şu karşıt fikrim var. beğeni seviyesi; eğitimle, kültür seviyesinin yüksekliği, bakış açısının zenginliği ile artan bir olgu. beğeni seviyesi düşük bir ülkede en kaliteli en sanatsal yapıtları getirin bir anlam ifade etmez. ilkin eleştirel, gözlemci, estetik, sanatsal bakış açıları gelişmiş insanları ya da sanat müşterilerini oluşturmak gerekiyor. sanat müşterisi ile ifade etmek istediğim kişiler sanattan beğeni yönüyle hakkıyla anlayan insanlardır. yoksa sanat sanat içindir, sanat toplum içindir, sanat para içindir ile alakalı bir ilkesel ve etik tartışma değildir dediklerim.
selam
sıcak bir merhaba
sicak bir selam
içten bir gülümseme
gönülden bir tokalaşma
en güzel hediye olur, en masrafsız dostluk gösterisi yerini bulur sevgiye susuz kalmış gönüllerde..
mutluysan bir selam ver, eğer sende mutlu olmak istiyorsan selamla başla mutluluk alışverişine..
21 Ocak 2007
inanılmazlar

şehirde yaşayan süper kahramanların bazı hukuksal sorunlar yaşamasından dolayı devlet tarafından yeni kimlikle sıradan insan hayatı yaşamaları temin edilir. tabi kahramanlıktan uzak kalan inanılmazlar bu hayatı çok sıkıcı bulmaktadır. ana karakter incredible sürekli sigorta şirketinde yardımcı olan tavrından dolayı işinden atılır. özel bir firmadan iş teklifi gelir kahramanlık yapması yönünde. teklifi getiren firmanın sahibi küçükken bu süper kahramana özenen fakat kahramanın onu terslemesine kin güden biridir. teknolijiler geliştirerek bunları süper kahramanlar üzerinde denemektedir. ailece süper özelliklere haiz kahramanların bu kötüyle mücadelesi en güzel görsel efektleri içermektedir. en yüksek puanlı animasyonlardan olan bu filmi izlemekte fayda var.
güçlü görsel efektleri, detaycı bakış açısıyla hazırlanmış senaryosu ile hayali bir sanat yapıtı niteliğinde.
imdb puanı: 8,3
imdb linki: http://www.imdb.com/title/tt0317705/
the holiday

romantik ve komedinini uyumlu bir bileşimi olan bir film. cameron diaz (amanda) ve kate winslet (iris) başarılı oyunculuklarının sergisi niteliğinde son dönem insan ilişkileri üzerine güzel bir tahlil filmi. aşkı bulamamış ve ilişkilerinde sorun yaşayan iki bayan değişik bir ortama girmek için karar alır. biri los angeles'da diğeri de ingiltere'de yaşamaktadır. internetde ev değişikliği sistemiyle tatil yapmaya karar verirler. tatillerini birbirlerinin evinde geçiren bu iki kişinin hayatları bir anda değişmeye başlar. amanda, iris'in kardeşinin evine yanlışlıkla gelmesiyle yeni bir aşka başlar. iris de amanda'nın arkadaşının eve gelmesiyle bir aşk ilişkisine başlar. amanda erkek arkadaşıyla ilişkiye girememiş ve bir türlü ağlama duygusunu yaşamamıştır. ama bu yeni ilişkiyle herşey değişecektir. aynı şekilde kate, bir türlü ayrıldığı insanı unutamamış, ayrıldığı kişide bu zaafiyetini kullanarak onu sürekli duygusal bir çıkmaza sokmaktadır. kendisi gibi olan yeni partneri ile bu çıkmazdan birlikte kurtulurlar. filmin diyalogları sürükleyici. aynı zamanda bu film, sinema sektörü hatıra filmi olarak düşünülebilir. filmdeki karakterler; fragman hazırlayıcısı, sesçi, senarist, yazar vs. gibi medya ve sinema sektöründen olan kişiler. bunların hayatlarının ele alındığı film, ayrıca bu sektöre sevgisi olanlar için ilgi çekici olabilir.
imdb linki: http://www.imdb.com/title/tt0457939/
imdb puanı: 6,6
20 Ocak 2007
ağaçların dilinden mazi
Nazım Hikmet, Gülhane Parkı’ndaki ceviz ağacının altında sevgilisi ile buluşmak üzere anlaşır. Buluşma günü Gülhane Parkı’na gider ve ağacın altında beklemeye başlar. Tam bu sırada polisler Gülhane’de devriye olarak gezmektedir. O dönemlerde Nazım Hikmet arananlar listesinin başında olduğundan, polislerden saklanmak için ceviz ağacının tepesine çıkıverir. Ağacın tepesindeyken sevgilisi gelir ve durumu bilmeden ağacın altında bekler uzunca bir vakit. Polisler orada olduğu için aşağıya seslenemez Nazım Hikmet. Ve bu satırlar dökülmeye başlar Nazım’ın dilinden:
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda,
Budak budak, serham serham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda,
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril.
Koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var,
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.
Yapraklarım gözlerimdir. Şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda,
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Şimdi bu hikâyenin benim için önemli ikinci kısmını anlatayım sizlere. Gülhane Parkı’nda sadece bir adet ceviz ağacı vardır, onun dışındakiler hep çınar ağacıdır. Onun için Nazım ceviz ağacından bahsetmiştir. Benim çocukluğum, o ceviz ağacının altındaki o zamanın tarihi çay bahçesinde geçmişti. Belki hatırlayanlar vardır, havuzlu kuklalı çay bahçesini. Hemen hayvanat bahçesinin sağında yer alır. Bu şarkıyı da Cem Karaca, yurt dışında yasaklılık dönemi bitince gelmiş ve ilk konserinde okumuştu. Gülhane şenlikleri ve konserleri kapsamında bir organizasyon olmuştu ki, ilk kez Cem Karaca bu şarkıyı orada okudu. Onu da ilk dinleyenlerden olmanın keyfini yaşıyorum. O da özgürlüğünü bu mısralarla dile getirmişti. Tabi ardından nice yasaklılar ve düşünce suçluları orada sahne almıştı. 80’li yılların geçiş sancılarından nice fikirler meydana çıkmıştı. O zamanlar Uğur Mumcu’lar, Aziz Nesin’ler, Ömer Zülfü Livaneli’ler, Ahmet Kaya’lar popüler olmanın adımlarını atmaya başlamışlardı. Siyasi fikirlerin arenasıydı adeta. Ve bir zaman sonra “İstanbul’un 500 Projesi” adı altında haybeye gitti Gülhane. Çayırlık, meralık bir alanmış gibi, Topkapı Sarayı’nın bahçesi olan bu yer kökünden yok oldu. Ne tarihi misyonunu üstlendi, ne bir organizasyonun merkezi oldu. Siyasi gargaraya gelip mesire yeri hâline dönüştürüldü. Şimdilerde yıllarca duran akvaryumu, hayvanat bahçesi, tarihi çay bahçesi, kendine has parkları ve bahçe düzenlemeleri yok. O yetim kalmış ceviz ağacı hâlâ ağlıyor; gelen ve tarihine tanıklık edememiş nice ziyaretçileri adına...
Size bir sır daha vereyim: O da Gülhane Parkı’ndan çıkınca tam tramvay yolunun ortasında, bir koca gövdeli çınar vardır. O da tarihin ayrı bir tanığıdır. Bu çınara “Kanlı Çınar” adı verilir.
Bu çınar ilk kez Sultan İbrahim’in tahttan indirildiğinde gündeme gelmiştir. Sultan İbrahim’i tahttan indirmek isteyen isyancılar, Sadrazam Ahmed Paşa’yı yakalayıp asilerin yandaşı olan Vezir Sofu Mehmet Paşa’ya teslim etmişlerdir. Mehmet Paşa, önce Şehzadebaşı’ndaki konağında ağırlamış, akabinde Şeyhülislam fetvası ile idamını gerçekleştirmiştir. Ahmed Paşa tüm varlığını canı karşılığında Mehmed Paşa’ya vermesine rağmen, ölümünün önüne geçememiştir. Cellat Kara Ali ve diğer cellatlar, onu sürükleyerek konağın bodrumuna indirip kementle boğmuşlardır. Bunun ardından sadrazamın cesedi, bir ata bağlanarak sürüklene sürüklene Sultanahmet’teki bu çınarın altına bırakılmıştır. Yeniçeri kılığındaki bir asi, “Sadrazamın eti romatizmaya iyi gelir” diye vücudunu parçalamış. Bu acı olaydan dolayı, tarihte bu çınara “Kanlı Çınar”, sadrazama da “bin parça” anlamına gelen Hazerpare Ahmet Paşa ismi verilmiştir.
Kanlı Çınar’ın diğer hikâyesi ise Yeniçerilerin Girit Seferi dönüşü, dağıtımdan hisselerini alamamasından kaynaklanmaktadır. Kapıkulu ocaklarına benzer şekilde, ayarı düşük akçe verilmesi olayları ateşlemiş ve yeni bir isyan alevlenmiştir. At Meydanı’nda toplanarak saray kapılarına dayanan yeniçeriler ve kapıkulları, saraydan bazı kelleler istemişlerdir. Sultan IV. Mehmet başta karşı çıkmasına rağmen, ortalık iyice kontrolden çıkınca istenilen kişileri boğdurup saray dışına çıkarmıştır. Boğdurulanlar arasında Kızlar Ağası, Kapı Ağası, Mülki Kalfanın kocası Şaban Ağa var idi. Asiler bu ölülerin kesik başlarını çınarın dallarına asmışlardır. Buradaki saray görevlilerine ait başlar günlerce asılı kalmıştır. Bu olay tarihe “Vaka-i Vakvakiye” olarak geçmiştir.
Gûşu merihe erüp tantana-i câh ü celâl
Lerzenâk etti bu kavga gühü âfâkı
Oldu mahmur nice mest-müdâmı devlet
Câm-ı ikbâle ne tarh etti bilinmez sâkî
Bâğban-ı felek yine güzârı seyreyleyip
At Meydanı’na dikti şecere-i vakvâkı.
Görkem ve ihtişamın tantanası kulağa erişince,
Bu kavga gök kubbeyi titretti.
Devletin sürekli sarhoşları, sersemleşti.
Kaderin sunucusu kime ikbal kadehini uzattı, bilinmez.
Kaderin bahçıvanı bir kez daha dolaşarak
At Meydanı’na dikti o uğursuz Vakvak ağacını.
1826 yılında son Yeniçeri İsyanı bastırıldıktan sonra Yeniçeri Ocağı dağıtılmış ve boğdurulan yeniçeriler bu ağaçta sallandırılmıştır. Bu olay da Şecere-i Vakvakîn olarak tarihte yerini almıştır.
İzzet Molla bu hadiseyi manzum şekilde anlatmıştır:
Bir zaman ehli fitne Câmi-i Hân-ı Ahmed’de
Bîgünâh asmış iken kullarını Hallâkim
Şimdi erbâb-ı şekânın dökülüp kelleleri
Meyve vaktine yetiştik, şecere-i vakvakin.
Bir zamanlar fitne ehli, Hân-ı Ahmed Camii’nde
Suçsuz kullarını cellada astırmıştı.
Şimdi ise suç işleyenlerin başları dökülüyor,
Meyve zamanına geldik, Vakvak Ağacı meyve veriyor artık.
9 Ocak 2007
uzaklaşmak (deneme)
ve bir gün dönme vakti geldi. hislerim yoğundu uzun süredir. gemilerimi yanaştırdım kalbinin limanlarına. bir süre orda soluklandım, hiç tatmadığım bir güzelliğin içinde buldum ansızın kendimi. uzun soluklu bir yolculuktu bu. bir şeyleri keşfetme arzusuyla tutuşmuştu yüreğim. umuyordum bana ait kayıp sevdalar kıtasına ulaşacağımı. sanırım demir attığım liman bir ada değil ezelden yüreğimin sızısını hissettiği koskoca yürek kıtasıydı. başımı kaldırınca anladım uçsuz bucaksız sevda kıyılarının güzelliğini. tüm sıcaklığın sardı ilkin bedenimi, renkli bakışlarının arasından seçtim gözlerini. sonra gözlerime, gözlerinden baktım. anlamak istedim duygularını. bana bakıyor, bana gülümsüyor sıcaklığından fedakarca harcıyordu. kalbimin pınarları doldukça doldu ve taştı oluklarından. biz sözleşmiştik kim bilir hangi kayıp zamanlarda. şimdi yanımdaydı zaman örselese de sözleri, tek tek dökülmeye başladı kalbin dilinden sevda gülleri. iki kişilik hayat oyununda yıllardır tek başıma oynuyordum. sesimin aşk yankısıyla diğer oyuncu da dirildi karşımda ansızın. bu oyunu birlikte oynamalıydık. bir tarafımı sardı bir tarafım sarardı beklemekten. bende sana ait olan kalbimi, getirdim. anla beni, tüm dediklerimi. hislerim gerçek, düşlerim yaşanmış birer hayat hikayesiydi. rüyalarımı süsleyen, gönlümü taçlandıran prenses bir merhabayı çok görmemeliydi bana. tüm maddi unsurları aşmıştık, renkler, ırklar, diller, bedenler birer birer kaybolmuştu ruhlarımızda. aramıza giren seneler dahi sendelemedi düşüncelerimizi. yolculuk boyunca kendimden emin, sözlerim keskin ve etkiliydi. dimdik ayakta kasvetli duruşumla titretirdim yerleri. onu görünce kelimeler bir anda beni terk etti, düşünceler ilk ihaneti yapıp dağıldı. dizlerimdeki derman, tüm yolculuğu çeken ayaklarımdaki dirayet bir anda veda çanlarını çaldı bedenime. karşında güçsüz hissettim bendimi. Her şeyimle sana geldim, savunmasızlığıma bakma yüreğimde taşıdım bana verdiğin emanetini. ve şimdi çok yorgunum sadece senden gelen bir sıcak merhabaya aşina olmak istiyor bu koca yürek..tüm engelleri, zihnindeki perdeleri, toz tutmuş umutları benim için aralar mısın? benim ben! tanımadın mı? yürek aynanda gördüğün adamım! Ruh ve bedenin buluşmasıydı bu. kendimde kaybolmak, kedimde kendimi bulmanın son demiydi..
4 Ocak 2007
ela gözlüm
aşk belasıyla kavrulur sözler.
daha bakmaya kıyamazken,
aşkın kıyısında donakaldım.
kışın ayazında her yakarışın,
sevginin yazıyla hislenir..
feryatlar bana geldikçe,
gözlerinin ferine takılır gözlerim.
ela gözlerinin hatırına,
nice satırlar söner dilimde.
son bir kez olsun gelsen,
ellerini versen ellerime,
ela olur leyalim,
hayalimde canlanır gözlerin..
tüm duygular budanır içimde,
söylemeye içtinap eder dudaklarım.
tutuklu kalbim infaz olunurken,
dilim niyazla yutkunarak anar seni
İhlal ettim tüm yasaklarını,
ihmal ettiğin yüreğinde saklanırım.
Varsaydığın tüm minvaller tükendi,
ihtilallerle esti, deli yüreğimin yelleri.
sitemliyim gözlerine gönül tünellerinde,
ela gözlerinle lal olur dilim,
ela gözlerinin elinden sevgilim,
aşk belasıyla kavrulur sözlerim..
3 Ocak 2007
medyacının günlüğü
Biz çok sonra öğreniriz şirket içinde kaç şirket değiştirdiğimizi. hayali şirketlerde çalıştığımızı ve adımıza imzalar atıldığını.
bizim Dinç'in oğlu Önay'ın debdebeli yaşamı değişti mi sanıyorsunuz? hayır onların yurt dışındaki saltanatı kaldığı yerden devam ediyor. onun kankisi Cüneyt Ortan'da ilk kazığı atan Kiss Tv'yi harap eden kahramanlardandır zira. sevgilisine o zamanın parasıyla 500 milyonluk kedi alırken radyo çalışanları iki kuruşluk maaşı alamamanın acısıyla ağlamaktadır. velhasıl Sabah ATV bünyasinde bir ezenlerin bir de ezilenlerin hikayesidir bu.
İzmir'de İzmirli işadamlarının bir gücü olarak başlayan Yeniasır Gazetesi macerası, artık Dinç Bilgin için daha büyük oyunların dev medya patronluğuna dönmüştür. bir gecede seçimlerde baskı unsuru olsun diye Kiss Tv müzik kanalı Haber Tv oluverir. onun için amaca giden her yol mübahtır ya. belki de o da bu hırsların neye mal olduğunu düşünmektedir emeklilik kitaplarını yazarken..
müzede bir gece ( night at the museum )

fantastik komedinin tadımlık sinemalarından birisi daha karşımıza çıkıyor. ulusal tarih müzesinde son çare olarak işe başlayan ve oğlunun gözüne girip ailesiyle ilişkilerini düzeltmek isteyen babanın yaşadığı sıradışı macera. müzedeki tüm objeler gecenin bir yarısından sonra canlanmaya başlıyor ve komediyle karışık aksiyon sahneleriyle devam ediyor. filmin senaryo kurgusu çok başarısız. hatta birçok mantık hataları var. örneğin müzenin içerisindeki tüm o arbede ve karışıklıklara rağmen kırık dökükler sabahleyin yerli yerinde duruyor. sanırım mantıklı olmasını çok da düşünmemişler bu bilinçli bir tercih gibi geldi. zira filmin görsel efektleri harika olmuş. sırf bunlar için bile izlemeğe değer. Shawn Lary'in yönettiği filmin başrolündeki Ben Stiller'in müthiş oyunculuğu ve taklit yeteneği filmin en güzel sahnelerini oluşturuyor. Shawn Lary'i Pembe Panter ve Sürüsüne Bereket gibi mizahi filmlerden hatırlıyoruz. Robin Williams'a çok fazla yer verilmemiş misafir oyuncu gibi gelmiş sahneye. eğlenceli bir gün geçirmek isteyenlere uyacak bir film diyorum.
imdb puanı: 6,5
imdb adresi:http://www.imdb.com/title/tt0477347/