
istanbul fethedilmiştir Fatih Sultan Mehmed artık burayı imparatorluğun merkezi haline getirmeği düşünmektedir. bu işi bizansın da gözde mekanı Sarayburnun'da gerçekleştirir. Görkemli Ayasofya’nın arkasında 3. Ahmet’in sanatçı ruhuyla ve kendi hat sanatıyla bezenmiş çeşmeyi geçince o büyülü atmosferin girişini görmekteyiz. Topkapı Sarayı, Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç arasında tarihsel İstanbul yarımadasının ucundaki Sarayburnu’nda Bizans akropolü üzerinde inşa edilmiştir. Öncesinde beyazıt’da bulunan saray-ı cedid, buraya taşınınca buranın adı saray-ı cedid, eski yerin adı ise saray-ı atik olarak

anılmaya başlanmıştır. Fatih Sultan Mehmed tarafından 1478’de yaptırılan Topkapı Sarayı, Sultan Abdülmecid’in Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmasına kadar yaklaşık 380 sene Devletin idare merkezi ve Osmanlı sultanlarının resmi ikametgahı olmuştur. Saray, kara tarafından Fatih’in yaptırdığı Sûr-ı Sultâni, deniz yönünden ise Bizans surları ile şehir merkezinden ayrılmaktadır.
Topkapı Sarayı’nın üç ana kapısı vardır. Bunlar sırasıyla bab-ı hümayun, bab-üs selam ve bab-üs saade’dir. Sur-i sultani üzerinde tüm ihtişamıyla duran bab-ı hümayun, sarayın girişinin sağlandığı ana kapıdır buraya saltanat kapısı da denilmektedir.
Kapının sağ ve solunda mermer kitabeler bulunmaktadır. Sağdakinde “Essultan zıllullh-ı Fil ard “yazar. Manası “sultan, Allah’ın yeryüzündeki

gölgesidir” solundaki kitabede ise; “ye’vi ileyhi külli mazlumin” yazmaktadır. Bunun manasi ise “kim bir zulme uğrarsa bu kapıya gelsin” şeklindedir. Bu yazılar Osmanlı adalet ve saltanat anlayışı açısından son derece önemlidir.
Bu kapının hemen üzerinde 1866 yılında çıkan bir yangından dolayı günümüze ulaşmayan, Fatih Sultan Mehmed’in kendisi için yaptırdığı köşk biçiminde küçük bir daire bulunmaktaydı. Bu kat, Beytül mâl (Kapı arası hazinesi) olarak kullanılmıştır. Padişahın hizmetindekilerden vefat edenler ile varissiz ölen kişilerin malvarlığının Sultan hazinesine alınması sistemi olan Muhallefat Sisteminin işlediği yerdir aynı zamanda. Sultan Hazinesine alınmayan emtianın yedi sene emanete alındığı yer olarak kullanılmıştır. Ama günümüzde artık bu yapı bulunmamaktadır.

Çınar ağaçlarının gölgesinde tarihin kokusunun sindiğini her adımda hissettiğiniz sarayın birinci avlusundayız. Bâb-ı Hümâyûn ile girilen 1. avlu, halkın belirli günlerde girebildiği ve devletle olan ilişkilerini yürüttüğü bir merkez niteliğindeydi. Devlet erkanının atla girebildiği tek alan ve Saray bütünlüğü açısından 2. derecede öneme haiz yapılardan meydana gelmekteydi.
Bâb-ı Hümâyûn’u Bâb-üs Selâm’a bağlayan 300 metre uzunluğundaki ağaçların gölgesiyle belirginleşen yol, sultanların Cülus yani tahta çıkma merasimlerini sahne olmuştur. Ayrıca sefer alaylarının ve Cuma Selamlıklarının ihtişamlı geçişlerinin de sağlandığı yer burasıdır. Cuma selamlığı; saltanat merasimleri ve halk ile hükümdar ilişkileri açısından son derece önemliydi. Belirli günlerde ve önceden belirlenmiş bir camide halka açık olarak bu merasim yapılırdı. Müslüman, gayrimüslim ve yabancı halk dahil olmak üzere herkesin bu merasimde şikayetlerini doğrudan doğruya padişaha iletme imkanı vardı.
M

eydan içerisinde bulunan Aya İrini Kilisesi, Fatih Sultan Mehmet zamanında cebehane olarak kullanılmıştır ve günümüze ulaşan nadir yapılardandır. Yine darphane, kimyahane ve cellat çeşmesi de bu avlu içerisinde yer almaktadır. Para darplarının yapıldığı darphanelerde 17. yy. ortalarına doğru Avrupa’dan gelen ayarı düşük guruşlardan akçe kesilmesi sonucu darphanelerin kârları azalmış ve zarar eden bir kurum halini almıştır. Sadece İstanbul darphanesi bile padişah ve ailesinin cep harçlığını karşılayacak ölçüde para basmıştır.
Cellat çeşmesi, 2. Abdülhamit zamanında sarayın 2. kapısına yakın yerde duvar dibine taşınmıştır. Zamanında cellatlardan birinin kılıcını bu çeşmede yıkadığını gören saray halkı, buradan su içmez olmuş ve adı cellat çeşmesi olarak kalmıştır. Cellatlar makbul insanlar değildi, mezar taşlarında isimleri dahi yazmazdı. Divanı hümayun’da davaların süratle sonuçlanması, cezaların ertelenmeden uygulanması ve divanda alınan ölüm kararlarının hükümdar tarafından onaylanması sonucunda cellat çeşmesi önünde infaz gerçekleştirilirdi.

I.Avluyu II.Avluya bağlayan ve en yaygın ismi Orta Kapı olan yapının 1. avluya bakan kısmı üstünde celi hatla “Kelime-i Tevhid yazmaktadır. Osmanlı saltanatının gücünü inancından aldığını gösteren bu hat aynı zamanda İslam’ın düsturu olan cihadı ve tek Allah inancını dünyaya duyurma görevini hatırlatması açısından son derece önemlidir.
Yüksek rütbeli devlet adamlarının tutuklandıkları ve boğdurularak idam edildikleri “kapı aralığı” denilen yer de burasıdır.
Kapının II. Avluya bakan kısmında bulunan revağın sağ ve sol yanları birer seki ile yükseltilmiştir. Divan toplantıları sırasında Osmanlı ordusunun iki güçlü sınıfının üst düzey temsilcileri kendi divanlarını burada kurardı.

Girişe göre sağ tarafta, yüksek rütbeli yeniçerilerle, Yeniçeri ağası; sol tarafta ise Sipahi ağaları otururdu. Yeniçeriler merkez teşkilatının en yüksek rütbeli askeri zabitiydi. İstanbul’un güvenliğinin sağlanması, yangınların söndürülmesi Yeniçeri Ağası’nın göreviydi. Ocak işleri ile ilgili davaları görmek için “ağa divanı” adıyla divan toplardı. Sıpahi ordusu da Osmanlının en kalabalık ordusuydu ve tımar sistemi ile gelirleri sağlanırdı. Yani maaş karşılığı toprak verilirdi. Bu uygulama ile toprak gelirlerinin artması da temin edilirdi. Orta kapı diğer adıyla Bab-üs Selam’ın bu revakları, Divan toplantısından erken çıkan Anadolu ve Rumeli Kazaskerlerinin bazı davaları hallettikleri açık mekanlar olarak da kullanılmıştır.
devlet ve saray yönetimi ile ilgili yapılarının yer aldığı 2. avuluya Divan meydanı

veya Adalet meydanı denilmekte idi.
Selam kapısından girişte üç ana yol vardır. Tam karşıya gelen yolun adı Servili yol yani Padişah yoludur. Bu yolu Padişahlar kullanırdı. Sağ tarafa giden yol ise Matbahlar yolu idi. Bu yoldan Mutfaklara gidilirdi. Sol ileri yol ise Divan yolu idi. Divan toplantılarına bu yoldan gidilirdi. Bu yolun sağ kenarında yerden 60 cm. yüksekte, aralıklı duran üç taş vardır. Bu taşlara SELAM taşı denir. Kapıdan girişte ilk taşta, Divan üyesi sivil bakanlar selamlama yapar. İkinci taşta Divan üyesi Paşalar, son taşta ise Sadrazam selamlama yapardı. Bu taşların hizasına gelince, Refakatçilik yapan Babüssaade Ağası, elindeki gümüş bastonu üç defa yere vurarak selamlamayı hatırlatırdı.

Önemli savaşlarda bulunan, yaşı ilerlemiş, zorluk çeken bazı divan üyelerine padişah tarafından, ikinci avluya atla geçebilmesi için özel izin verilirdi
79 yaşında vezir olan Kanije kahramanı olarak da bilinen Tiryaki Hasan Paşa, at izni olmasına rağmen bab-üs selam kapısından iki görevlinin yardımıyla yaya girmişti. Vezirler selam taşına geldiğinde selamlamaya başlayınca, yanındaki görevliler kulağına “Efendim sultanımız rahatsızlığınız sebebiyle selamlamadan sizi muaf tuttu.“ dediklerinde, onlarının elinden kollarını çekerek, ”Bre devletimi selamdan beni kim alıkoyar.“ diye kızmış ve zor teskin edilmişti.
Babüssaade ağası ve darüssaade ağası sarayın en yetkili iki kişisiydi. Bunlara akağa ve karaağa da denilirdi. Babüssaade ağası babüssaade’nin, darüssaade ağası ise haremin amiri idi. Kara ağa denmesinin sebebi ise saraya zenci köle olarak alınan biri lalaya el öptürülerek çeşitli görevlerden sonra bu payeye ulaşmasından dolayıydı.


Osmanlı adaletinin uygulandığı merkez olan divanı hümayun, merkez teşkilatının kalbinin attığı yer niteliğindeydi. Kararların alındığı nihai merkez burasıydı ve verilen hükümler padişah tarafından onaylandıktan sonra asla değiştirilemezdi. İslam dünyasında ilk divan Hz. Ömer zamanında kurulmuştur ve Emevi’ler zamanında divan üye sayısı arttırılıp daha da gelişmiştir. Osmanlı da ise divan en ihtişamlı dönemini Fatih sultan Mehmet zamanında kazanmış olup yapısal olarak da Kanuni döneminde bugün ki şeklini almıştır. Divan-ı hümayun üç kubbeden oluşmaktadır.
Avlu tarafındaki kubbeli ilk mekan Divan-ı Hümâyundur. Bu odaya geniş bir açıklıkla bağlı olan diğer mekan ise Divan-ı Hümâyûn Kalemidir. Bu mekana küçük bir kapı ile açılan en sondaki kubbeli oda ise Defterhanedir.

Kubbealtı, Divan-ı Hümâyûn’un ana toplantı yeridir. 3 m kadar yükseklikte bulunan, demir parmaklıklı Kafes-i Müşebbek denilen pencere ardından padişahlar Divan-ı Hümâyûn çalışmalarını dinlerlerdi. Divanın asli üyesi erkanı arba yani dört rüknü olan vezirler, defterdar, nişancı ve kazaskerler muhakkak bu

toplantıya iştirak ederdi. Fatih sultan Mehmet döneminde halktan birinin şikayetini iletmek üzere herhangi bir görevliyi görüp padişah hanginizdir deyip padişahı herhangi birini sorar gibi araması, devlete olan saygıyı yitireceğinden artık padişahların

kafes arkasından toplantıyı takip etmesi hükme bağlanmıştır. Sabah namazını Ayasofya Camii’nde kılan divanı hümayun yetkilileri, toplantı yapmak üzere kubbealtı’na gelirlerdi. En son sadrazam büyük bir törenle saraya giriş yapar babüssaade kapısında önüne gelince selamlama yapardı. Bu devlete olan saygıyı niteleyen sembolik bir eylemdi. Ardında öğle yemeğine kadar devletin harici, dahili, hukuki ihtilaflar, halkın meseleleri gibi çeşitli konular karara bağlanırdı. Eğer padişah yanlış bir karar

alındığını düşünürse kafes arkasından bastonla kafese vurur ve o ana kadar alınan tüm kararlar iptal olunurdu. Bundan sonra ise divan üyeleri, Padişah’a durumu rapor etmek üzere arz odasına bir nevi hesap vermeye giderdi. Kafes arkası denilen yer harem ile bağlantılıdır ve oradan bir geçit ile haremin dibindeki kubbealtı’na yani divan-ı hümayun toplantılarının yapıldığı yere ulaşılırdı. Öğlene kadar süren divan toplantılarının ardından akşam güneş batıncaya kadar her divan üyesi kendi divanında kendi konusuyla ilgili konuları tartışır ve meselelerin çözümünü sağlardı. Toplantı günleri ilk zamanlar her gün iken zamanla cumartesi Pazar, pazartesi, Salı günleri yapılır olmuş ve arz günleri ise iki güne inmiştir. Daha sonraları 2 güne inen toplantılar son dönemlerde üç ayda bir ulufe dağıtım günlerine denk gelecek şekilde yapılan sembolik bir anlam kazanmıştır. Bu mekanda ayrıca padişah kızlarının nikah törenleri de yapılır ve yabancı devlet elçileri ağırlanırdı. Yine toplantı sonrası öğle yemeği de burada yenilirdi.

Padişahların divan toplantılarını dinledikleri Adalet Kasrı Fatih Sultan Mehmed döneminde bağımsız kule şeklinde inşa ettirilmişti. Adalet kulesi denen bu yüksek yapı, Osmanlı Devleti’nin adaleti her şeyin üzerinde tuttuğunu ifade eden sembolik bir anlamı içermektedir. Osmanlı’nın adalet anlayışı “daire-i adalet” denen düstura dayanmaktaydı. Bunun açılımı “devlet askersiz olmaz, asker para ister, para yani hazine ise vergi ister, vergi halk ister, halk adalet ister. Adaleti sağlayacak olan ise devlettir” şeklindeydi.
Simgesel özelliği nedeniyle sarayın en önemli kapısı Bâb-üs Saade’dir. Divan meydanı ile Enderûn okulunun ve padişah dairelerinin yer aldığı III. Avluya arasında geçişi sağlayan bu kapı, Birun ile Enderûn’un bağlantı noktası olması nedeniyle sarayın birinci derece önemli bir yeridir.
Bâb-üs Saade kapısı; Arz Kapısı, Akağalar Kapısı olarak da anılmaktadır. Bab-üs saade'nin

önünde bir de flama asma yeri bulunuyor. Burası Hz. Muhammed'in Sancağ-ı Şerif'inin asıldığı yerdir. Ordu sefere çıkacağı zaman sancak buraya çıkarılırdı. Bu sancağın asılması, yapılan seferlerin İslam adına yapıldığını, ordunun ise İslam ordusu olduğunu niteleyen bir anlamı içeriyordu.
Divan’ın toplantı günlerinde saraya törenle giren sadrazamın bu kapıyı selamlanması, bab-üs saade’nin Sultanın varlığını ve kudretini ifade eden sembolik bir anlam taşıdığını göstermektedir.
Bu kapı tahta çıkan Padişah’ların Biat merasimini yaptığı, bayram tebriklerini kabul ettiği, vefat eden Padişah’ların cenazesiyle vedalaşmanın yapıldığı yerdi.
Bazen çok önemli ve acil hallerde, hemen karar verilmesi gereken durumlarda, Padişah bu kapı önünde Ayak Divanı yapardı. Ayak divanında Padişah bu kapı önünde tahtına oturur geri kalan bütün devlet görevlileri ve yetkilileri ayakta dururdu.Yine Osmanlı’nın güçsüzleştiği son dönemlerinde baş kaldıran zorbalar, Padişah’a taleplerini bu kapı önünde bildirirlerdi.

bab-üs saade kapısından 3. avlu olan Enderun avlusuna geçilmektedir. Avlunun ortasında arz odası bulunmaktadır. sarayın ortasındaki konumuyla da Osmanlı merkeziyetçiliğinin sembolüdür. Bu avlu, Enderun mektebiyle ilgili olan koğuşlar, Camii, hamam, kütüphane gibi yapılardan oluşmuştur.
3. avludan sonra gelen son avluya sofa-ı hümayun denilir.
Teras 17. yy. ilk yarısında Sultan IV. Murad ve Sultan İbrahim döneminde Haliç tarafına doğru genişletilerek ve yeni köşkler yapılarak günümüzdeki görünümünü kazanmıştır. Bu avludaki en meşhur köşkler revan, Bağdat ve sofa köşküdür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder